Çok beğendiğim bir laf

BAZI laflar, bazı duruşlar vardır.

Yerinde ve gününde yapılırsa tarihe geçer.

Sahibini de tarihe geçirir.

Yıllarca söylenir, yıllarca anlatılır.

Bir mihenk taşı olur.

Bu laflardan biri önceki gün BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’tan geldi.

Kışanak, güvenlik güçlerinin Türkiye’nin iki farklı bölgesindeki iki farklı tavrını ve siyasetçilerin bu tavra ilişkin sözlerini eleştirdi, “barış süreci”ni de kastederek bana göre tarihi bir cümle sarf etti:

“Kürtlere demokrasi, Türklere sopa. Yok öyle şey.”

Kışanak’ın bu cümlesi “siyasal empati”nin de ötesinde müthiş bir “insani empati”dir.

Yıllarca “Kürtlere sopa”ya karşı legal-illegal mücadele etmiş ve bu mücadelesiyle Türklerin önemli bir bölümünün tepkisini toplamış bir kadının, kendi mücadelesinde başarıya ulaştığı bir anda böylesine bir “karşı taraf gibi görüneni anlama” ve “karşı tarafın da hakkını arama” hakkını içselleştirmesi, çok önemli bir siyasi tavırdır.

Bu siyasi tavır aynı zamanda “siyasi ve insani” bir derstir.

Gültan Kışanak’ın bu cümlesi Türk siyaseti için önemli, BDP içinse bir milattır.Bu cümle, BDP’nin geleceğine ilişkin bir yol haritasının ilk işaretidir.

Etnik temelli siyasetten özgürlükler temelli bir siyasete geçişin ve “Türkiye’nin partisi” olma yolculuğunun başlangıcıdır.

Gültan Kışanak’ın bu empati gücü hepimize geçtiği zaman, Türkiye demokrasi yolunda çok daha hızlı ilerleyebilecektir.

 

Hiç beğenmediğim bir laf

LAFIN sahibini tanımıyorum.

Bu yüzden de kimliği önemli değil.

Zaten çıktığı ağızdan sonra hızla yayılan bir cümle olduğu için “anonim” bir fikri yansıtıyor.

Cümle Gezi eylemcilerine yönelikti. Gezi’nin sıradan insanlarına yönelikti.

“Bizim yaşam tarzımıza karışmayın”dan başka hiçbir mesajı olmayanları hedef alan cümle şuydu:

“Eskiden yapabildiğiniz neyi yapamıyorsunuz da bağırıyorsunuz.”

Bu cümle çok yanlış bir kafanın cümlesidir.

Ve “empati yoksunluğunun” en büyük göstergesidir.

Ve yeni bir cümle de değildir aslında.

Önemli olan, bir tarafın baskı yapmadığını zannetmesi değildir.

Gerçek olan, bir tarafın “kendini baskı altında hissetmesi”dir.

Siz istediğiniz kadar, “Ben baskı yapmıyorum” deyin, birileri kendini baskı altında hissediyorsa baskı var demektir.

Dedim ya bu cümle yeni bir cümle değil.

Mesela, Türkiye’de İslamcılar “Dinimizi yaşayamıyoruz” diye feveran ettiği zaman o günün egemenleri, “Ne var canım. İslam’ın şartlarını yerine getirmenizde bir engel mi var? Her şeyi yapıyorsunuz. Nerede baskı var?” diyorlardı ve İslamcı düşünce sahipleri bu cümleyle çılgına dönüyorlardı.

Baskıyı yapanlara göre ortada bir baskı falan yoktu, ama kalabalık kitleler, “baskı altında olduklarını hissediyorlardı”.

Aynı şeyi Kürtler için de söylemek, örneklemek mümkün.

Önemli olan sizin baskı yapmadığınıza inanmanız değildir.

Mesele, birilerinin kendini baskı altında hissetmesidir.

O hissi yıllarca hissedenlerin, bu hissi başkalarına hissettirmemesi gerekir.

Hangi düşünceden, neden, kimden yana olursa olsun.

 

Tek hakem zaman

BU köşenin tepesindeki yazıyı okuyan “Kronik Fatih Altaylı düşmanları” hemen ortaya çıkıp “Sen o empatiyi yaptın mı da yazıyorsun” diyecektir mutlaka.

Çok şükür, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz derler ya…

Ben de bir ekleme yaparak “Kuburdan gelen b.ka bakılmaz” diyeceğim.

Türkiye’nin kritik dönemeçlerinde o empatiyi yapmaya çalıştım.

O yüzden hedef oldum çoklukla.

Mesela, 1995 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam.

“Devlet” denilen şey her neyse terör bahanesiyle Türkiye’nin bir iline, Tunceli’ye “gıda ambargosu” uyguluyordu.

Kente gıda maddeleri kontrollü olarak yollanıyor, terör örgütünün eline geçecek diye kentte gıda maddesi satışı engelleniyordu.

Kente giden tüm yollar kesilmiş, kentin dünyayla bağlantısı durdurulmuştu.

Gazeteciler bile kente yaklaştırılmıyordu.

Bunun üzerine, “Bu rezaleti dünyaya duyurmalıyız” diyerek Teke Tek’in o zamanki yapımcısı sevgili dostum Fatih Aksoy’la birlikte yanımıza bir kamera alarak Diyarbakır’a gittik.

Oradan kiraladığımız bir otomobille Tunceli’ye doğru yola çıktık.

Yolda defalarca durdurulduk.

Otomobilimiz didik didik arandı.

Sonunda Tunceli’ye vardık.

Ancak kentin girişindeki köprü bir panzerle kapatılmıştı ve önünde bir makam otomobili duruyordu.Durduk.

Bizi Tunceli Emniyet Müdürü karşıladı.

“Giremezsiniz” dedi.

“Gireceğiz” dedik.

İş büyüdü.

Sonunda Vali Atıl Üzelgün devreye girdi.

“Valiliğe gelin konuşalım. Durumu anlatalım, sonra da dönün” dedi.

Gittik.

Üzelgün’e, “Tunceli’deki durumu görmeden gitmem” dedim.

Sonunda Tunceli’de dolaşmamıza ve halkla röportajlar yapmamıza izin verildi.

Ambargo gerçekti ve halk inliyordu.

Biz oradayken, teröristlerin kente geldiği ve bir mahallede bir eve saklandığı bilgisi gelmiş.

Mahalleye operasyon yapıldı.

Bütün bir mahalle panzerlerle yerle bir edildi.Bunu da görüntüledik.

O dönemde bunu Hürriyet’te günlerce süren bir yazı dizisi ve yanlış hatırlamıyorsam Show TV’de bir televizyon programı yaptık.

Sezen Aksu’nun seslendirdiği Aşık Daimi’nin “Ne ağlarsın” deyişiyle birlikte yayınladık.

1 hafta sonra dönemin OHAL Valisi Ünal Erkan’dan bir davet geldi.

Bu sefer OHAL Valisi ile birlikte Tunceli’ye gittik.

Ambargo kaldırıldı ve OHAL Valisi Erkan, Tunceli’de devlet imkânlarıyla yaptırılacak bir cemevinin temelini attı.

Bu yazı dizisi ve program, ABD Kongresi’nin o yıl yayınlanan “insan hakları raporu”nda 6 sayfa halinde yer aldı.

O programdan sonra bölgeye her gidişimde Özel Harekât polislerinin ağır hakaretleriyle karşılaştım.

Ama aynı zamanda PKK’yı da eleştirdim.

Onların da hedefi oldum.

Hiç umursamadım.

Hep doğru bildiğimi söyledim.

Söylemeye de devam edeceğim.

Tek hakem var benim için.

Zaman.

Gerisi yalan dolan.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Birine yaranarak veya dayanarak adam olunmayacağını anladığımız zaman.

Erişilebilirlik Araçları