Kadın köle olsun istiyorlar

Cumartesi günü, Emine Bulut cinayeti ile ilgili yazıp, toplumumuzun bu konudaki ikiyüzlülüğünü de ekleyince bayağı bir hakaret işittim.

Önemli değil, alışkınız.

Yemesek şaşırırız. Eleştiriye açığız, hakarete ise aynen yanıt vermeyi biliriz.

Sorun yok.

İki tür eleştiri çok yoğundu.

Makul eleştiri yapanların tezi üç aşağı beş yukarı şöyleydi:

“Medya o kadar çok kadına şiddet ve kadın cinayeti haberi yaptı ki, bu durum normalleşti ve erkekler bu haberlere bakarak kadını şiddet uygulanabilir bir varlık olarak görmeye başladılar.”

Bu bir görüştür, makul bir biçimde tartışılabilir.

Bir tür Werther Sendromu.

İntiharlar üzerindeki etkisi bilinir. Kadına şiddet üzerindeki etkisi hakkında bir araştırma yapılıp yapılmadığını ise bilmiyorum.

Ama dikkate alınmaya değer.

Diğer eleştiri ise doğrudan beni ve benim gibileri hedef alan bir eleştiriydi ve hayli yoğundu. Aynen şöyle diyorlardı:

“Siz ve sizin gibiler yüzünden kadın cinayetleri arttı. Çünkü başta siz olmak üzere bir grup toplumda etkili kişi, kadınlar lehine o kadar çok yayın yaptınız, kadına o kadar değer verdiniz ki, sizin yüzünüzden başlayan kadınlar lehine ayrımcılık erkekleri bir yerden sonra çileden çıkardı. Siz bunu yeni yapmıyorsunuz. Hürriyet’te de kadınlar için kampanyalar yapardınız, bunu Habertürk’te de sürdürdünüz. Kadınlar kendilerini ayrıcalıklı görmeye başladılar ve başkaldırdılar. Bu da şiddeti doğurdu.”

Şaka yapmıyorum değerli okurlar.

Birbirine çok benzer şekilde kaleme alınmış, bu şekilde pek çok e-posta geldi.

Kadına şiddetin nedeni bizim kadın hakları konusundaki çabalarımızmış.

Benim ta, Hürriyet’te yazdığım dönemde desteklediğim Haydi Kızlar Okula kampanyasını bile kadına şiddete gerekçe göstermişler.

Bunların demek istediği şu aslında.

Kadın köle gibi olsun.

Gıkını çıkarmasın.

Hiçbir hakkı, hukuku olmasın.

Talepte bulunmasın.

Kendine verilenle yetinsin. Biz de onları dövmeyelim, öldürmeyelim.

Bu kafaya ne denir ki!

Tek diyeceğim, “Allah belanızı versin”.

***

Ç.k o kadar önemli bir organ değildir!

Kadına şiddette ve kadın cinayetlerinde herkesi suçluyoruz ama bir şeyi unutuyoruz. Kadınları.

Anneleri.

Daha doğru bir tanımla “erkek annelerini”.

Gerçekten hayatta böyle bir gerçek var.

Erkek çocuk anneleri, evlatlarını çok ama çok fazla önemsiyorlar.

Evlat elbette önemsenecek, ondan daha değerli ne olabilir!

Kastettiğim o değil.

“Erkek çocukları” aile içinde üstün görmekten söz ediyorum.

Kendini aile içinde, kız kardeşleri ya da diğer kızlar üzerinde üstün görerek büyütülen çocuk ne yazık ki, kendini çok önemli, çok muktedir zannedebiliyor.

Erkek çocuk anneleri bilsinler ki, önlerindeki fazladan bir parça et o çocukları kız çocuklarından daha üstün yapmıyor.

Önünde ç.kü sallanıyor diye şımarttığınız o çocuklar, sonra başkalarının kızlarına, analarına saldırıyor.

Siz de çıkıp protesto yürüyüşü yapıyorsunuz.

O organa bu kadar değer atfetmeseydiniz, yürümenize gerek kalmayabilirdi.

***

Bunun dini imanı olmaz

Emrah Parlak, kadın cinayetlerini ve kadına şiddeti “dinciliğe ve sağcılığa” bağlamış.

Ne dinciyim ne de sağcı.

Ama meselenin bu kadar sığ ve basit olmadığını da biliyorum.

Kadına şiddetin ne siyasi görüşle ne inançla alakası var. Dinle uzak yakın alakası olmayan pek çok ailede kadına şiddet uygulandığını duyuyoruz, görüyoruz.

Pek çok sol görüşlü kişinin, ki bunlar arasında çok ünlü isimlerin de olduğunu biliyoruz, kadına şiddet konusunda berbat bir geçmişe ve hatta geleceğe sahip olduğunu da çok duyduk, çok işittik.

Hatta şunu bile söylemem mümkün.

Yüksek eğitim ve yüksek gelir gruplarında kadına şiddet az değil fakat bu gruplarda bu şiddet daha fazla örtbas ediliyor.

Kadınlar bazen “O bile şiddet görüyorsa benim görmem normaldir” denmesin diye ama genelde “utandıkları” için bu şiddeti gizlemeyi tercih ediyorlar.

Ama Emrah Parlak bilsin ki, bu canavarlığın ne sağı var ne solu, ne dini var ne imanı.

***

Birisi şaka desin

Dün, Teke Tek Bilim programı sırasında öğrendiğim bir şey beni hayrete düşürdü.

Daha doğrusu paniğe sevk etti.

Ortaöğretim’de coğrafya dersi seçmeli ders sınıfına sokuluyormuş.

Başlangıçta herkesi umutlandıran bir Milli Eğitim Bakanı’nın olduğu bir dönemde bunun olması akılalır gibi değil.

Coğrafya, dünya bilgisidir.

Çevre bilgisidir.

Doğa bilgisidir.

İnsanlık bilgisidir.

Coğrafya bilmeyen, insan olmaz.

Coğrafya eğitimi almamış bir toplum kendisini, çevresini, dünyasını düşünmez, düşünemez.

Bu bir felakettir.

Bunu yapmak ise tam anlamıyla rezalettir.

***

Sulu Saray

Coğrafya demişken, bağlantılı bir mevzuya geçeyim hemen.

Dün sağda solda Ahlat’ta, Van Gölü kıyısında yapılmakta olan Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili haberler vardı.

İddia o ki, saray gölün hemen kıyısına yapılmış ve hatta bir miktar da göl doldurularak yapılmış niyeyse!

Bunu yapanlara minik bir hatırlatmada bulunmak isterim.

Van Gölü’nün sıklıkla tekrarlayan dönemleri vardır.

Bir alçalır, bir yükselir.

Bu sadece Van Gölü’ne has bir durum da değildir.

Tüm büyük göllerde bu durum gözlemlenir.

Mesela Seiche dalgalanmalarına bağlı olarak ABD’deki büyük göller havzasındaki 4 gölün su seviyeleri 3 ila 5 metre arasında değişim gösterir.

Keza Tahoe Gölü’nde çok daha büyük alçalıp yükselmeler söz konusudur. Bu 3 metre ile 10 metre arasında ölçümlenmiştir.

Aral, Baykal gölleri için de durum farklı değildir.

Van Gölü’nde de gerek Seiche, gerekse yağış rejimindeki değişimlere bağlı olarak 2 metrelik değişimler geçmişte sıklıkla olmuş, küresel ısınma nedeniyle bundan sonraki değişimlerin daha fazla olacağı da öngörülmektedir.

Yani eğer Saray coğrafya bilgisi yetersiz mimarlar tarafından yanlış yere konumlandırılmışsa, zaman zaman Göl suyu basan bir Cumhurbaşkanlığı sarayımız olabilir.

***

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendimizi bildiğimiz zaman.

Erişilebilirlik Araçları