Dere geçerken at değiştirilmiş

Şu günlerde Türkiye’de bizi sevindiren tek tük şeyin hepsi spordan, hepsi futboldan geliyor galiba.

Türk takımlarının Avrupa Kupaları’ndaki başarısı ile giderek yükselen ülke puanı, yine aynı kupalarda en fazla puanı alan takımların Türk takımları olması, Galatasaray’ın Manchester United galibiyeti falan derken, futbol takımları birkaç yıldır basketbol takımlarımızın, özellikle de Fenerbahçe ve Efes’in üstlendiği görevi devralmış görünüyorlar.

Görev ne diye soracak olursanız, “Her şeyin berbat gittiği ve insanları mutsuz edilmiş bir ülkede halka bir nebze de olsa keyif verme görevi.”

Ve futbolcularımız dün bir kez daha bu görevi, bu kez milli forma altında gerçekleştirdiler.

Son Dünya Kupası’nın yarı finalisti ve şampiyona elenen takımı, yıldızlar karması Hırvatistan’ı, Hırvatistan’da baştan sona üstün ya da başa baş oynadıkları bir maçta yenerek Avrupa Şampiyonası finallerine gitme yolunda çok önemli bir adım attılar ve finallere katılma olanağını kendi ellerine aldılar.

A Milli Futbol Takımımızın bu başarısında zannederim yeni teknik direktör Montella’nın da katkısı büyük.

Bunu futbolcuların söylemlerinden ve tabii takımın kadro tercihinin yanı sıra sahadaki halinden de anlıyoruz.

Hal böyle olunca çok kritik bir anda teknik direktör değişikliğini yapmaya cesaret eden Federasyon yönetimini de unutmamak gerek. Demek ki, bazen dere geçilirken at değiştirilirmiş.

Hele atın at olmadığını anlayınca, bunu yapmak şartmış.


Bir zamanlar bir müttefikimiz varmış

Dün gece, eski bir Cumhurbaşkanı danışmanının attığı mesajla öğrendim ABD Başkanı Biden’ın Türkiye’yi suçlayan hem suçlu hem güçlü tavrını.

Ne yalan söyleyeyim, önce eski bir açıklama zannettim.

2019 yılındaki bir Başkanlık emrine atıfta bulunuyordu ama bugünkü durumla ilgili idi.

Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yaptığı askerî operasyonların bölgede barışı tehdit ettiğini, sivilleri tehlikeye attığını iddia ediyor, ABD’nin ulusal güvenliğine alışılmadık ve olağandışı bir tehdit olduğunu ve dış politikasını tehlikeye attığını öne sürüyordu.

Ve bu nedenle Suriye’de asker bulundurmasının gerekçesi olan ulusal acil durum halini bir yıl daha uzattığını ilan ediyordu.

Türkiye’ye karşı görülmedik derecede tehditkar, duyulmadık derecede saldırgan ve suçlayıcı idi.

ABD böyle cümleleri genelde Kuzey Kore, İran, Çin ve bazen de Rusya gibi ülkelere karşı kullanırdı.

Geçmişte de Irak ve Libya’ya karşı…

Ama bir müttefike karşı değil.

Bu küstah ve rezil açıklamanın ardından bir haber daha geldi.

ABD Dışişleri Bakanı Blinken, bölgeye yapacağı gezide İsrail, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’a uğrayacağını ilan ederken “Bölgesel partnerlerimizle çatışmanın yayılmasını engelleme konusunda işbirliğini ve rehinelerin güvenli bir şekilde serbest kalması ve sivillerin korunması konusunu ele alacağız” diyerek yola çıkmıştı.

Gezi rotasında Türkiye yoktu.

Yani Biden’in açıklaması bir hava ile tokalaşan, nereye gideceğini şaşıran, sürekli yerlerde sürünen birinin boş bulunup yazdığı bir şey değil, ABD politikasının gereğiydi.

Ve benim yıllardır söylediklerimin nasıl da doğru olduğunu gösteriyordu.

ABD, Yunanistan’da sınırımızın dibine büyük bir üs kurarken ben “Bu üssün hedefi Türkiye” dediğimde gerek iktidar temsilcileri gerekse ekranların herbokolog sözde uzmanları “Ne alakası var. O üs Rusya’ya karşı kuruldu” diyorlardı.

Yine ben “Bu göç normal değil. Afganistan’dan gelenler arasında kadın çocuk yaşlı yok. Hepsi askerlik çağında genç erkekler. Bunlar CIA’nın paralı askerleri” derken “Bunlar ucuz işgücü, tarımda çok işe yarayacaklar’ diyenler vardı.

Yahu bir kez de bırakın şu inadı ve akla kulak verin.

1 Mart tezkeresi öncesi, Başbakan Abdullah Gül’ün Başbakan olarak düzenlediği toplantıda o gün ilk kez tanıştığımız Dış Politika Danışmanı Ahmet Davutoğlu, Ortadoğu politikasını anlatınca kendisine dönüp “Bu dedikleriniz Türk askeri ile ABD askerinin Ortadoğu’da birbirleri ile vuruşması sonucunu doğurur” demiştim.

En az 15 tanığın önünde.

Kısa süre sonra askerimizin kafasına çuval geçirilmişti.

Çuval antre idi.

Ana yemek ise korkarım ki, heybede.

İnşallah orada kalır…


Ölümüne liderlik rejimi: Gerontokrasi

ABD Başkanı Biden…

82 yaşına doğru ilerliyor.

Sağlıklı bir yaşlanma içinde olmadığı da aşikar.

Hava ile tokalaşıyor, zaman zaman gideceği yönü şaşırıyor, muhatabının kim olduğunu bilemeyip, şaşkın şakın ortalıkta dolanıyor, kişileri karıştırıyor. Resmî törenlerin ortasında birdenbire kalkıp gidiyor, eline tutuşturulan yazıları bile okuyamıyor, yere yapışmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, bisikletten ve merdivenden düşmeyi bıraktık, yürürken bile kapaklanıyor.

Bunlar sağlıksız yaşlanma emareleri.

Muhtemelen 100 yaşındaki Kissinger bile Biden’den en azından akli melekeler olarak daha iyi durumda.

Ve tüm bu durumuna rağmen bir dönem daha başkanlık yapma niyetini gizlemiyor. Partide ve çevresindeki kimse de kendisine “Baba bi dur. Çişini tutacak halin var mı, önce ona bir bakalım” demiyor.

Peki olası rakibi kim!

Donald Trump. Türlü rezilliğin içinde pişmiş, pişmek ne kelime çifte kavrulmuş bir eski Başkan. Hakkında ortaya atılmamış iddia, yapılmamış suçlama yok ve o da 78 yaşında.

O da diğer partinin muhtemel adayı.

Böyle bir rejime “gerontokrasi” deniyor.

En kibar hali ile “İhtiyarlar yönetimi.”

Ve “gerontokratik” rejimler bir ülke için olumlu sonuç vermiyor.

Bunun en bildik örneği Sovyet Birliği idi.

Komünist Parti’nin hiyerarşik anlayışı nedeniyle önce Leonid Brejnev, ölümüyle koltuğun boşalmasının ardından Yuri Andropov ve onun ölümüyle de Konstantin Çernenko 70’li yaşlarında ülkenin başına geçtiler ve ölümlerine dek ülkeyi yönettiler.

Tam bir gerontokrasi örneği idi.

Ve şu görüldü.

Ölümüne kadar liderlik rejimlerin de ölümü ile sonuçlanıyordu.

Dünyanın en güçlü iki rejiminden biri olan Sovyet rejimi, bu gerontokrasi dönemini ile battı.

Koca Sovyetler Birliği, dev bir imparatorluk dağıldı.

ABD belli ki, Sovyetlerin yok oluşundan ders almamış. Aynı rejimi uyguluyor.

Bilsinler ki, bu işin sonu hayırlı olmaz.

Ama ondan önce dünyaya çok ama çok zarar verirler.

Aynı Sovyetler’in yaptığı gibi.


Yine bir Timur Soykan haberi

Bugün gazeteci Timur Soykan yine müthiş bir habere imza atmış.

Benim de sabah erken saatlerde bu yazıdan haberdar olmamı muhafazakar bir hukukçunun attığı mesaj sağladı.

Soykan, bir başsavcının isyanını ve İstanbul’da bir Adliye Sarayı’nda dönen rüşvet çarkını kaleme almış.

Hem de İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’ın HSK’ya yazdığı bir resmî yazı ile anlattığı rüşvet çarkını.

En iyisi yazının linkini vereyim de kendiniz okuyun.

Hem adaletin geldiği noktadan hep birlikte utanalım.

Hem de hâlâ onurlu savcılarımız var diye mutlu olalım.  

Buyurun, bu da yazının linki.

https://www.birgun.net/makale/bassavcinin-rusvet-cigligi-curuyoruz-475523


Pazara kadar

Sevgili okurlar, yakın tarihinin en başarılı dönemlerinden biri yaşayan Galatasaray Spor Kulübü’nde neler oluyor diye sorup duruyorsunuz.

Spor medyasının seviyesiz ortamından ve bu nedenle spor konularından uzak durmak istememe rağmen bu merakınızı gidermem gerek.

Pazar günü uzun uzun Galatasaray’da neler olduğunu anlatacağım. 


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

En umutsuz anda bile umutlanabildiğimiz zaman.

Erişilebilirlik Araçları