23 yılda bilimsel üretimde 4’te bire düşmüşüz

Bu hafta Teke Tek Bilim’de muhteşem bir bilim insanını konuk ettim.

Beyin cerrahı Profesör Doktor Türker Kılıç’ı.

Aynı ülkenin vatandaşı olduğunuz için gurur duyacağınız bir bilim insanı.

Hani bazen “Başka Celal Hocalar, başka İlber Hocalar yok mu!” diye üzülüyoruz ya.

Türker Hoca da o sınıftan.

Hem kendi alanında evrensel değerde, hem de kendi alanı olmayan dallarda da müthiş bir birikime sahip.

Allame-i cihan diye tanımladıklarımızdan.

Çok keyif aldığım bir program yaptık.

Programın son bölümünde ise Türker Hoca ile Türkiye’de bilimin geldiği yeri konuştuk.

Türker Hoca müthiş bir tanımlama yaptı ve “bilime göre yaşayan toplum” diye bir kavram sundu.

Bilimsel üslubun sadece bilim adamlarınca yapılan bir iş değil bir toplum karakteri olması gerektiğine değindi ve bir kasabın, bir manavın, bir bahçıvanın da bilime göre yaşayabilip, iş yapabileceğini anlattı.

Çok önemli idi.

Ancak Türker Kılıç bir de gerçeği ortaya koydu.

Türkiye’nin dünya bilimine katkıda giderek geriye gittiğini.

AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’de 68’i devlet, 25’i vakıf olmak üzere toplam 93 üniversite vardı.

2023 yılında ise Türkiye’deki toplam üniversite sayısı 129’u devlet, 79’u vakıf ya da özel olmak üzere 208’e ulaştı.

Sayısal artış yüzde 100’ün üzerinde.

Peki bilimsel üretim ne oldu?

Aynı oranda arttı mı?

Asla.

Hatta tam aksine.

Prof. Dr. Türker Kılıç’ın verdiği sayıları göre 2000 yılında Türkiye’de üniversitelerin dünya bilimine katkısı yüzde 2,4 oranındaydı.

Aradan geçen 23 yılda üniversite sayısı iki katına çıkarken, Türkiye’nin dünya bilimine katkısı yüzde 0,6’ya düştü.

İki katı üniversite ile dörtte bire düşmüşüz.

Türker Kılıç Hoca’nın kendi alanında da durum farklı değil.

2000 yılında Türk hekimliği beyin cerrahisi alanında dünyanın en önemli 5. ülkesi iken, bugün bu alanda da 14.lüğe gerilemiş durumda. Tıp eğitimindeki hatalarımızın bedeli bu alanda da net görülüyor.

Bu tablodaki vahamet çok önemli.

Türkiye geçen hafta başka bir vesile ile dile getirdiğim gibi, dünya nüfusunun da, ekonomisinin de yüzde 1’ine sahip.

Yani en azından bilimsel üretimde de bu oranı tutturmamız lazım. Ama burada bunu bile tutturamıyoruz.

Eski Türkiye’nin bilime katkısı yüzde 2,4 iken bunu da 0,6’ya düşürüyoruz.

Sonra da niye yüksek teknolojili ihracatımız artacağına düşüyor diye hayıflanıyoruz.

Hâlâ ne kadar bilim o kadar gelişmişlik ve zenginlik denklemini anlamamış görünüyoruz.

Hâlâ çağdışı kalmış bir eğitimden medet umuyor, kalite ile değil, kantite ile övünerek kendimizi kandırıyor, çocuklarımızın geleceğini çalıyoruz.


İstanbul Üniversitesi’nde korkulu bahçe

Bilim demişken, İstanbul Üniversitesi’ndeki son gelişmeyi yazmadan olmaz.

Biliyorsunuz, İstanbul’da göçmenlerin en yoğun olduğu bölgelerin başında Fatih ilçesi geliyor.

Sadece göçmenlerin değil, turistlerin de en yoğun olduğu bölge.

Kalabalık ve güvenlik risklerinin fazlaca olduğu bir yer.

Bu bölgenin tam ortasında ise İstanbul Üniversitesi’nin tarihi merkez kampüsü yer alıyor.

İstanbul Üniversitesi rektörü nedeni belirsiz bir kararla, bu kampüsü yani İstanbul Üniversitesi’ni halka açtı.

Yani herkes hiçbir denetim, hiçbir sorgu sual olmadan, üniversitenin bahçesini ve ortak alanlarını kullanabilecek, canı isteyen üniversitenin içine girebilecek!

Niye?

Belli değil.

Rektörün canı öyle istemiş.

Üniversite bahçesinin ve binasının şimdiden Suriyeli göçmenler başka olmak üzere bölgeyi ele geçirmiş grupların mekanı olmaya başladığını söylüyor öğrenciler.

Artık üniversite bahçesi oldukça güvensiz bir yer ve sadece göçmenler değil, bölgedeki suç örgütlerinin, sayıları hiç de az olmayan uyuşturucu satıcılarının, evsizlerin, sokak serserilerinin konuşlanma yeri de artık üniversite ve bahçesi.

Bunun yarattığı güvenlik risklerinden öğrenciler kadar öğretim üyeleri de, özellikle de kız öğrenciler çok rahatsız ve her an tatsız bir olayın olmasını kaçınılmaz görüyorlar.

Hepsinin ortak arzusu bu gereksiz kararın gözden geçirilmesi ve en azından üniversite bahçesinin yeniden güvenli hale gelmesi.


İstanbul güvenli değil palavrası

Bir istatistik yayınlanmış ve buna göre Türkiye’nin en güvensiz şehri İstanbul, en güvenli şehri ise Erzincan olmuş.

Geçtiğimiz yıl içinde Türkiye’de toplam 3773 silahlı saldırı gerçekleşmiş.

Bunların 505’i İstanbul’da meydana gelerek İstanbul’u en güvensiz şehir, sadece 1’i Erzincan’da meydana gelerek Erzincan’ı da en güvenli şehir haline getirmiş.

Erzincan en güvenli şehir olabilir bilemem ama bu sayılar İstanbul’u en güvensiz şehir yapmaz çünkü bir sayıyı bir başka sayı ile orantılamazsanız bir veri elde etmiş olmazsınız.

İstanbul 19 milyon kişilik kalıcı, 21 milyon kişilik gündüz nüfusu ile Türkiye’nin en kalabalık şehri.

Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 20’si İstanbul’da yaşıyor.

Bu durumda İstanbul’da 754 silahlı saldırı olması lazım ki, nüfusa oranlı bir durum olsun.

Sayı bunun üçte bir oranın da altında.

Yine İstanbul Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 40’ına sahip.

Suç ile ekonomi ilişkisi kurulursa o zaman da İstanbul’da 1509 silahlı saldırı olması lazım.

Bu sayılara baktığınız zaman İstanbul’un Türkiye’nin en güvensiz kenti olduğunu söylemek zor.

Tam aksine İstanbul boyutuna oranla düşük bir suç oranına sahip.

Hele hele son 15 yılda İstanbul’u mesken edinen uluslararası suç örgütleri ve göçmenlerin yarattığı suçları da çıkarırsanız, İstanbul bayağı bayağı güvenli bir şehir.

İstanbul’un tek sorunu son yıllarda hızla artan lümpenleşme.

Bunun ağır suça dönüşmesi ise sadece bir zaman meselesi.


Sosyal medyanın tarih bilgisi

Geçenlerde bir dostum, bir sosyal medya paylaşımını bana yollamış ve “Bak, Champs-Elysées’nin (Şanzelize) ağaçları Osmanlı’dan yollanmış” diye bir not düşmüş.

Adı sanı bilinen bir kişi tarafından yapılan paylaşım, Fransa Kraliçesi Catherine de Medici’nin 1613 yılında Champs-Elysées Caddesi yapılırken bu caddenin iki yanına diktirmek için en uygun ağacı aradığını ve at kestanesi ağacında karar kılındığını ve Catherine de Medici’nin bu ağacın Osmanlı İmparatorluğu’nda ve İstanbul’da bolca olmasından ötürü Osmanlı padişahı 1. Ahmet’ten istediğini anlatıyor.

Şu anda “Şanzelize” caddesini süsleyen ağaçların Türkiye’den gitmiş olmasıyla övünüyor.

Arkadaşıma “Tarihi de sosyal medyadan öğrenenler için müthiş hikaye” diye yanıt verdim.

Sevindi.

Sonra ekledim.

Ancak birkaç sorun var.

Catherine de Medici 1589’da öldü. 1. Ahmet 1590’da doğdu. Birbirlerinden bir şey istemeleri pek mümkün değildi. 

Üstelik cadde 1615 yılında yapılmış olsaydı bile o tarihte Catherine de Medici öleli 25 yıl olmuştu.

Ki zaten Champs-Elysées Caddesi de 1615’de değil 1670 yılında yapılmaya başlandı.

Bence tarihe meraklı isen saçma sapan sosyal medya postlarından değil, kitaplardan öğren.

Yani diyeceğim o ki, sosyal medyada okuduğunuz her şeye inanmayın.

Ona buna yollayıp rezil de olmayın.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Bilmekten keyif aldığımız zaman.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Erişilebilirlik Araçları