600 metrekare otoparkta 300 bin metrekare tarla  

Bugün içimizi karartan siyasetle değil, daha içi açıcı bir mevzu ile başlayalım yazılara.

En azından keyfimiz baştan kaçmasın.

Aslında bu konuyu epeyce önce yazacaktım ama araya seçimler, Habertürk’ten ayrılığım falan girince bugüne kaldı.

Bundan üç yıl kadar önce, Gebze Teknik Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Ümit Barış Kutman ile “Mars’ta tarım yapılabilir mi?” konulu bir Teke Tek Bilim programı yapmıştık. Kutman’a göre, Mars’ta tarım yapılabilirdi. Mars toprağının buna uygun olup olmamasının hiç önemi yoktu. İlginç bir program olmuştu.

Barış Kutman, bir süre önce arayıp, “Müthiş bir iş yaptık. Gelip görmenizi isterim” dedi.

Topraksız tarım yapılacak bir tesisin kurulumuna danışmanlık yapmıştı ve tesis tamamlanmış üretime geçmişti.

İstanbul’da İstinye Park otoparkında buluşacaktık.

Tahminim, orada buluşup, tesisin olduğu araziye gideceğimizdi.

Ancak öyle olmadı.

Otoparkın girişinde buluştuk ve -4. kata, yer altına, otoparkın kullanılmayan bölümüne indik.

Otoparkın -4. katında karşımıza yan yana dizilmiş konteyner benzeri kutulardan oluşan ve ilk bakışta Mars ya da ay yüzeyine kurulmuş bir üs görüntüsü veren bir yapı çıktı.

Otomobilden indik, Barış Hoca bir kapıyı açtı ve konteyner yapının içine girdik.

Bir sterilizasyon ve dezenfeksiyon odasında üstümüzdeki kirlerden, olası mikrop ve bakterilerden arındıktan sonra tesisin içine girdik.

O zaman konuyu anladım. Burası, Barış Kutman Hoca’nın anlattığı gibi Mars’ta bile tarımsal üretim yapabilecek dikey topraksız tarım tesisiydi.

İlk önce karşımıza bir kontrol odası çıktı. Bir grup bilgisayar, tüm sistemleri kontrol ediyor, bitkileri gözlemliyor, sağlık durumlarını ve büyümelerini hesaplıyor, gerekli ışık ve besin miktarını sularına karıştırarak bitkilere borular vasıtasıyla yolluyordu.

Her şey otomatikti, her şey optimize edilmişti.

Oradan bir kapı ile başka bir alana geçtik.

Burası “çimlendirme” bölümüydü ve iki parçadan oluşuyordu.

Bir tarafında baharda çimlenen bitkiler, diğer tarafında ise yazın çimlenen bitkiler için özel alanlar vardı.

Aralarında birkaç derecelik ısı farkı vardı ve bu fark bilgisayarla kontrol ediliyordu. Tahmin edeceğiniz üzere, yazın çimlenen bitkilerin olduğu bölge biraz daha sıcaktı.

Burada tohumlar, Hindistan cevizi liflerinden oluşmuş toprağa benzeyen bir şeyin içine koyuluyor ve birkaç santimlik minik kaplarda çimlendirme odalarına alınıp, fide haline getiriliyordu. Toplasan 10 metrekarelik bir odada binlerce farklı bitkinin fide adayları vardı.

İlk sorum bu tohumların genetiği ile oynanıp oynanmadığı oldu. Oynanmamıştı. Tesiste GDO’lu tek bir tohum bile yoktu. Olmaması içinde özel tedbirler alınmıştı. Ayrıca üretim sürecinde tarım ilacı ve pestisit de kullanılmıyordu.

Burada çimlenen bitkiler, hemen yandaki daha büyük alanda üzeri delikli su borularının deliklerine yerleştiriliyordu. Bitkinin kökleri toprağa değil, su borularındaki deliklerden doğrudan suya değiyordu. Üzerlerinde ise ledlerden gelen yapay bir gün ışığı vardı.

Bitkiler gerekli tüm vitaminleri, tüm besinleri bu sudan alıyorlardı. Gereken her şey bu su ile bitkilere ulaşıyordu.

Üretim odalarındaki koşulların sabit olması, bitkilerin değişen doğa koşullarından strese girmesini, yaprakların damarlanmasını, rüzgar nedeniyle sapların aşırı gelişip sertleşmesini engelliyor ve lezzetlerinin de sabit olmasına neden oluyordu. Lezzet standardı oluşturuluyordu.

Sadece lezzet değil, görüntü ve ürün de standarttı.

Mesela her marulda eşit sayıda yaprak vardı ve bu da bu ürünleri kullanan ticari işletmelerin maliyet hesaplarını yapmalarını kolaylaştırıyordu.

Oluşturulan koşullar sayesinde bitkiler bu ortamda açık hava bahçelerine göre daha kısa sürede büyüyor, hiçbir hastalığa, bozulmaya maruz kalmıyorlardı.

Olgunlaşan bitkiler toplanıyor, hızla paketleniyor ve toplanmasından sonra birkaç içinde tüketicinin sofrasında olabiliyordu.

Müşteriler, genel olarak büyük restoran zincirleri, özel üretilecek ürünler isteyen Çin, Japon lokantaları idi.

Ancak bazı süpermarket zincirlerinde de raflardaki yerini alacaktı.

“Çok su sarfiyatınız olmalı” dedim.

Tam aksine, dikey bahçenin su harcaması, normal bir bahçenin su harcamasının yüzde 5’i, evet yanlış okumadınız yüzde beşi kadardı. Buharlaşma olmadığı, su devridaim yaptığı ve toprağa karışmadığı için çok az su gerekiyordu.

Asıl maliyet elektrikti ama yenilenebilir kaynaklardan yapılacak bir elektrik üretimi ile o maliyet de çok aşağı çekilebilirdi.  

Ve en önemlisi, toplamı 600 metrekare olan ve tesiste üretilen yeşil yapraklı sebze miktarı, topraklı tarımda 300 dönüm yani 300 bin metrekarede ancak üretilebilirdi. O da aynı kalite olmadan. Üstelik de değerli su çok daha az tüketiliyor, doğaya, toprağa gübre salınmıyor, tarladan tüketiciye kadar olan yol çok kısa olduğu için ürün zayiatı çok daha az oluyor, lojistik maliyeti düşüyor, taşıma nedeniyle oluşacak karbon ayak izi çok çok aza indiriliyordu.

Aslında bu dikey bahçelerden kentin dört bir yanında hatta mahalle aralarında bile oluşturmak; bir apartmanın bir katında, bütün mahallenin sebze ihtiyacını karşılamak mümkündü.

Açıkçası tesis çok ama çok etkileyici ve aslında bir o kadar da basitti. Büyük bir emek, yıllar süren AR-GE ve ciddi bir yatırımdı ama bu sayede oldukça da basit bir hale getirilmişti.

Tesisi kuran Plant Factory’nin ortaklarına, bu alandaki Türkiye’nin en önemli bilim insanlarından danışmanları Barış Kutman’a teşekkür ettim.

İstinye Park yönetimi ise söz konusu alanı, Plant Factory’ye bir sosyal sorumluluk projesi olarak tahsis etmişti.

Onların da vizyonu çok önemliydi. Onlar da bir teşekkürü hak ediyordu.

Ve siyasetteki felakete rağmen, Türkiye’de güzel insanlar güzel şeyler yapmaya çalışıyor ve başarıyordu.


Marabadan ağaya bir soru: Azar azar yiyince başka şey mi oluyor! 

Birkaç gün önce “Faiz artışı öyle beklendiği ya da iktidara yakın bazılarının iddia ettiği gibi yüksek olmayacak en fazla 5 puan civarı olur” diye yazdım hatırlarsanız. Yanılmışım, 6,5 puan oldu.

Tabii piyasa en az yüzde 25 faizi satın aldığı için de, faiz artışı beklentiyi karşılamadı ve dolar dünden bugüne yüzde 8 arttı, TL ciddi değer kaybetti. Mehmet Şimşek’in piyasayı “sözlü teskin” çabası da işe yaramadı ve kamunun dolar satışlarına rağmen yükseliş sürdü.

Parası olup dün 1 milyon dolar alan, bir günde 2 milyon TL para kazandı.

Bu para nereden çıkacak diye merak ediyorsanız etmeyin, sizden benden çıkacak.

Ama belli ki, bu faiz artışları sürecek. Önümüzdeki ay bir yüzde 6 daha arttırırlar.

Ancak Türkiye’yi öyle bir cehalet yönetiyor ki, bir seferde yapsa işe yarayacak olan reçete parça parça yapınca Türkiye’nin soyulmasından başka hiçbir işe yaramıyor. Ya da belki de böyle olsun istiyorlar, onu da bilmemiz mümkün değil.

Haluk Bayraktar dün güzel bir benzetme yapmış, “Enflasyon kanser, faiz kemoterapidir” demişti. Hakikaten iyi benzetme.

Ama kemoterapide doz önemlidir. Dozu iyi ayarlayamazsanız, hasta kesinlikle ölür. Ekonomi yönetimi dün dozu ayarlayamadı. Temmuz ayında da ayarlayamazsa, geçmiş olsun.

Hatta başımız sağ olsun.

Bu arada herkesin ağzında bir NAS kelimesi.

Nas “Kur’an’ın kesin emri” demek.

Faizi indiren iktidar bunu “nas”a yani Kur’an’ın emrine bağlamıştı.

Şimdi artış tekrar başladı. “nas”a geçmiş olsun. Şimdi herkes “Ne oldu, Kur’an’dan da mı vazgeçtiniz?” diye soruyor.

Benim sorum ise bambaşka.

Ben maraba ile ağa arasındaki çekişmenin sonundaki soruyu soracağım bir kez daha.

“Madem başa dönecektik, biz bu b.ku niye yedik?” ve hemen ekinde “Azar azar yiyince başka şey mi yemiş oluyoruz?”


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Doğruyu doğru zamanda yapacak cesaretimiz olduğu zaman.

Erişilebilirlik Araçları