Adalet
Fatih Altaylı
Aralık 1, 2025
Yazı İçeriği
Adalet
Adalet
Selamlar Emreciğim…
Sana ve herkese sevgiler, selamlar…
Hem tüm ekibe, hem bizi izleyen, dinleyen herkese…
Epeydir yazışmadık, görüşmedik.
Sağlık nedenleri ile bir süre ara verdik, tembellik nedeniyle uzattık.
Kafaca çok yorulduğumu gören ailem “Ne olur biraz dur, bir nefes al” deyince, hayatımdaki en önemli insanların sözünü dinlememezlik edemezdim.
Sen görüş günlerine geldiğin için sağlık durumumla ilgili gelişmelerden haberdarsın ama istersen izleyicilerimiz için kısa bir özet geçeyim.
Ekim ayındaki duruşmadan sonra, kronik bazı rahatsızlıklarım için rutin kontrollerimi yaptırmak istediğimi anlatmıştım.
Kronik rahatsızlık dediğim şeyleri anlatayım.
Birkaç yıl önce kalbime 4 adet stent takılmıştı.
Bu arada tansiyonum da yükselmişti ama kontrol altına alınmıştı.
İzleyiciler de merak ediyor demiştin, sıkılmazsan biraz detay anlatayım.
Cezaevinde en önemli sorun sağlık.
Yönetim ve infaz koruma ekibi çok iyi niyetli ve yardımcı ama yapabilecekleri sınırlı.
Ama ona, yani sağlık durumuma geçmeden önce sen de olur dersen hakkımdaki yargı kararını ve son celsede, karar duruşmasında yaşadıklarımı anlatayım.
Yargılanmamın Ekim ayında yapılan ilk celsesini sen de izledin.
O duruşmadaki tavırlar bana değil, yargıya, yargılamaya hakaretti.
Bu duruşma ise ayrı bir komediydi.
4 yıl 2 ay ceza takdir edilip kaçma şüphesiyle tutukluluğuma devam kararı verilen son celse ile ilgili olarak, televizyon programlarında “Bavulunu hazırlamıştı” iddialarına karşı iki kelam etmek için bunları anlattım.
26 Kasım akşamı, bilgisini ve olayları ele alış biçimini çok beğendiğim değerli Gülşah İnce’nin Sözcü TV’deki programında, kanalın çok beğendiğim haber müdürü Muratcan Altuntoprak karar duruşmasını çok güzel anlattı.
Ancak mahkeme salonunda konuşulanlara ve sosyal medyadaki bazı paylaşımlara dayanarak benim karardan şoke olduğumu, tahliyeden emin olduğum için bavulumu dahi hazırladığımı söyledi.
Sevgili kardeşim Muratcan bilsin ve emin olsun ki, bavulumu hazırlamamıştım.
Zaten cezaevinde bavul yok, yasak.
Tahliye olanlar eşyalarını siyah çöp torbaları ile taşıyorlar.
Açıkçası bırak bavul hazırlamayı, perşembe günü teslim edilen kantin siparişlerini dahi vermiştim.
Öyle ki, geçmiş benzer davalara bakarak tahliye olacağımı düşünen infaz koruma memurları bile benim bu siparişimi şaşkınlıkla karşılamışlardı.
Ziyaretime gelen avukatlar da tahliye edileceğimden eminlerdi.
Çok ünlü ve değer verdiğim bir avukat “Beni tahliye etmezler” dediğimde “Hukuksuzluğun bu kadarına kimse cesaret edemez” demişti.
Benim kafamda ise Mekteb-i Sultani’den sınıf arkadaşım avukat Coşkun Coşar’ın sözleri yankılanıyordu.
Sık sık ziyaretime gelip, mektep arkadaşlarımın mesajlarını getiren Coşkun, mütalaayı okuduktan sonra şöyle demişti: “Fatihciğim, seni üzmek istemem ama şunu görüyorum, Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk yazın, iddianamen ve mütalaan aynı elden çıkmış. Bu da seni tahliye etme gibi bir niyetleri olmadığını gösteriyor. Adalet bekleme.”
Beklemiyordum.
Bu yüzden de eşyalarımı toplamamış, Muratcan kardeşimin deyimiyle bavulumu hazırlamamıştım.
Ama itiraf ediyorum, odamda dip bucak temizlik yapmıştım.
Çünkü eğer yanılır da tahliye olursam eşyalarımı toplamak birkaç dakikamı alırdı.
Üç gömlek, üç kazak, üç beş iç çamaşırı, üç pantolon dışında başka eşyam yoktu ve toplamak kolaydı.
Ama odayı temizlemek için yeterince vaktim olmayabilirdi.
Öyle bir durumda arkamda olabildiğince pırıl pırıl bir oda bırakmak istiyordum.
26’sı sabahı, her sabah olduğu gibi 6:00’da kalktım.
Kahvaltımı yapıp ilaçlarımı aldım.
8:30 gibi takım elbisemi giydim.
Saat 9:20 gibi odamdan alındım.
Jandarma tarafından 9:40’ta duruşma salonunun altındaki nezarethaneye getirildim.
Etraf oldukça kalabalıktı.
Ben tek başıma bir nezarethaneye koyuldum ama yandaki diğer odalarda yüz küsur sanıklı bir dava için getirilmiş gençler vardı.
Önlerinden geçerken “Geçmiş olsun Fatih abi” diye bağırdı pek çoğu.
İlginç tıraşları dikkat çekiciydi.
Daltonlar çetesi üyeleri olduğunu öğrendim.
Orada bir jandarma “Abi orucum ve senin için dua ediyorum” deyince gözlerim doldu.
Nezarethanede bir saat kadar bekletildikten sonra duruşma salonuna alındım.
İçtihadları ve emsal davaları anlatan bir savunma yaptım.
Avukat grubum ise çok iyi bir savunma yaptı.
Rezzan ve Ömer’in yanı sıra sevgili kardeşim Metin Sinan Aslan’ın savunması hukuk dersi niteliğinde tarihi bir savunmaydı.
Keza, Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan dostum bambaşka bir açıdan savunma mantığı getirdi.
Bana göre savunma ve içtihad örnekleri kusursuzdu ve adaletin a’sının olduğu bir ülkede beraat, adaletin olmadığı bir ülkede bile en azından tahliye getirmeliydi.
Ancak karar zaten çoktan alınmıştı.
Verilebilecek en ağır ceza verilmişti.
Altıda birlik indirim ise iyi niyetten değil, Yargıtay’a gitmemi engellemek için yapılmış bilinçli bir hamleydi.
Karar hukukçuları şaşırttı ama Türkiye’yi, bugünün Türkiye’sini bilen biri olarak beni üzdü ama şaşırtmadı.
Yine de itiraf etmem gerekir ki tüm hukukçuların ve cezaevindekilerin tahliye beklentisi beni de içten içe, az da olsa umutlandırmıştı.
Kızıma, eşime, sevdiklerime kavuşma olasılığının olması beni heyecanlandırıyordu.
Olmadı.
Karar henüz yazılmadığı için cezaevinde ne kadar kalacağımı bilmiyorum.
Bu arada, hem bir üst mahkemeye hem de istinafa itiraz haklarım var.
Umudum az, belli ki soğuk bir hücrede plastik bir sandalye üzerinde epey vakit geçireceğim.
Emreciğim bu haksız, hukuksuz ve adaletsiz kararın yarattığı duygu çok acı.
Tam bir aldatılma, en güvendiğin tarafından ihanete uğrama hissi...
Umarım adaletin benim üzerimden katledilmesi, bölge adliye mahkemesinde ve hatta onun öncesinde bir üst mahkeme tarafından engellenir.
Zor ama bir umut…
Az önce “Hukukun, adaletin katledilmesi aldatılma hissi gibi” dedim ya, bunu sadece kendim için söylemiyorum.
Bu duygunun çok daha ağırını Tayfun Kahraman’ın hissettiğine eminim.
Düşünsene, en üst mahkeme Anayasa Mahkemesi ve Anayasa’nın açık hükmüyle en üst yargı organı olarak tanınan mahkemenin kararı uygulanmıyor ve millet bunun anlamını kavramış değil.
Bu ne demek biliyor musun?
Anayasa’nın tanıdığı hakların hiçbiri garanti altında değil demek.
Buna mülkiyet hakkı da dahil, tüm sosyal haklar da…
Oradaki durum bence daha vahim.
Tayfun Kahraman’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararını 1. derece mahkeme tanımayınca gözyaşlarımı tutamadım.
Sonuç olarak şunu söyleyeyim sevgili kardeşim…
Bana verilen ceza ağır bir hukuksuzluk.
Bunda herkes hemfikir, karara doğru diyen yok.
Zaten benim de duruşma sonunda elimdeki savunma metnini, içtihad kararlarını yere fırlatmamın nedeni buydu.
Adaleti yere ben fırlatmadım.
Adalet yere düşürüldüğü için ben de savunmamı yere fırlattım.
Emreciğim şunu açıkça söyleyeyim…
Bana verilen ceza hukiki değil siyasi.
Bu kararın arkasında olan siyasi otorite kimse kim; hiç ilgimi çekmiyor ve beni öfkelendirmiyor.
Siyasetçi, salt kendi çıkarını düşünür.
Bizi siyasetçiye karşı koruma görevi, halkı, vatandaşı koruma görevi ise yargınındır.
Ben siyasete ne kızgınım, ne kırgın, ne de öfkeli…
Ama yargıya çok kızgın ve kırgınım.
Bu kararı verenler vicdanen gerçekten hukuka uygun davrandıklarına inanıyor ve bunun huzuru içindeyseler yenilen hakkım helali hoş olsun.
Ama inanmadıkları, vicdanlarında yer etmeyen bir karara imza atmak zorunda kalarak beni buna mahkum ettilerse bana yaşattıklarını umarım bir gün onlar da yaşarlar.
Yani, sevdiklerine hasret kalırlar.
Şunu da herkesin kulağına küpe olsun diye söyleyeyim: “Bugün yaptığımız her şey, yarın çocuklarımıza miras kalacaktır.”
Asla unutmasınlar.
Ve bu mevzuyu şöyle noktalayayım: “Hiçbir lütuf, zilletli bir tabasbusa değmez.”
Ne dedi bu adam diye düşünüyorsan bir lugata bak lütfen.
Atasözleri vardır, bu da abi sözü olsun.
Benimle ilgili kararın Silivri’de herkesin moralini bozduğunu ve adaletten umutları tamamen körelttiğini de söyleyeyim.
Bu açıdan hedeflerine ulaşmış olabilir bu kararı verdirenler…
Hadi bunu kapatalım.
İstersen yarın öbür gün Rezzan Aydınoğlu, Ömer Teker, Metin Sinan Aslan ve Erinç Sağkan’ı davet et; benim savunmamı bizi izleyenlere anlatsınlar.
Hukukun ölümünü herkes izlesin.
Sağlık durumum ile başlamıştık, oraya dönelim.
4 stentim var ve bundan dolayı düzenli kontrol gerekiyor.
Daha vahimi, aort genişlemesi diye kronik bir durumum var.
Aortum 5 cm ile 4,7 cm arasında bir çapa sahip.
Yırtılma riski var ve yırtıldığı anda birkaç dakika içinde ölüyorsun.
Rahmetli Sırrı Süreyya Önder’i götüren rahatsızlık…
O yüzden her yıl iki kez bakılıp ölçülüyor.
Bunun yanı sıra beyin zarında da 2 cm’lik bir menenjiyom, yani habis olmayan bir tümör var.
O da düzenli izleniyor.
Benim bu kontrollerimin yapılabilmesi için Silivri 9 No’lu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nin son derece iyi insanlardan oluşan sağlık ekibi ve onlarla birlikte çalışan sağlıktan sorumlu infaz koruma memurları Silivri Devlet Hastanesi’nde nöroloji ve kalp damar kliniklerinden randevularımı aldılar.
Onlar kadar iyi niyetli jandarma ekipleri tarafından defalarca hastaneye götürüldüm.
Önce beyin MR’ım, sonra kalp damar tomografilerim çekildi.
Ardından gerek üzerine beyin tomogrofim ve kalp elektrokardiyografim, sonrasında da göğüs ve batın ultrasonum çekildi.
Merak eden izleyicilerimiz için söyleyeyim; aortumdaki genişleme ilerlememiş, sabit.
Sorun yok.
Ancak damarda bir miktar kireçlenme var ve göğüs altındaki aortun durumu da benzer.
Boyun damarlarım ise iyi.
Doktor, kalp damarımda yırtılma hissedersem hızla hastaneye gelmemi söyleyince epey güldüm.
Neden güldüğümü tahmin edersiniz.
Beynimdeki menenjiyom ise pek büyümemiş.
Silivri Devlet Hastanesi’nde çok iyi doktorlar olduğunu söylemeliyim.
4 harika doktor ile tanıştım.
Keza radyolojide çok iyi bir ekip vardı, hepsine teşekkür ediyorum.
Tam bunlarla uğraşırken, bir süre önce açık havada spora çıkarıldığım sırada halı sahada tek başıma top oynarken bileğim burkuldu ve çok kötü düştüm.
Kafamı miniyatür kale direğine çarptım; sağ elimi çatlattım, dizimde büyük bir yara oluştu.
Diz ile ayak bileğim arası morardı.
Tabii bunu nasıl yapabildiğimi sorma, bu ancak benim becerebileceğim bir şey.
Şaşkınlıktan dilini yutmuş olan infaz korumadaki arkadaşlar, sağ olsunlar beni hemen revire götürdüler.
Önce bir şeyim yok dedim, birkaç pansumandan sonra odama döndüm.
Ama saat başı gelip kontrol ettiler.
Elim fazla şişince Silivri Cezaevi Kampüsü Hastanesi’ne sevk edildim.
Kafatasımın, boynumun, elimin, kolumun röntgenleri çekildi.
Elim alçıya alındı ama yemek yapmamı, bulaşık yıkamamı, temizlik yapmamı engellediği için 3 gün sonra alçıyı çıkarttırdım.
Şimdi iyiyim, dizim de yavaş yavaş iyileşiyor.
Morluklar azaldı, hatta geçti.
Ama bir süre bayağı sıkıntı çektim.
Bu arada, gündemle ilgili 50 küsur gün önce söylediklerim bugün hala geçerli ve bizim o gün konuştuklarımız şimdi şimdi başkaları tarafından dile getiriliyor.
Papa’nın İznik ziyareti ile ilgili fikirlerimi cezaevine atılmadan, Atatürk referansı ile zaten paylaşmıştım.
Genç bir cumhuriyetin riskleri ile 102 yaşındaki riskler aynı değil ama bazı planlar sabit olabilir.
İmralı’yla ilgili söylediklerim de arşivde duruyor.
Emreciğim, hem yargı sürecini hem sağlığımı merak eden izleyicilere bu bilgileri aktarıp teşekkür edeyim.
Birkaç gündür bu adaletsizliğe ve aynı zamanda hukuksuz karara eleştiri yönelten, bana ve hukuka sahip çıkan bazıları iktidara yakın, çoğu muhalif gazetecilere, siyasetçilere, tüm vatandaşlara da minnettarım.
Gençlere ayrıca sevgi ve minnetlerimi ilet lütfen.
Seni ve tüm ekibi hasretle, minnetle kucaklıyorum.
Sorularına ilerleyen günlerde yanıt vermek isterim ama sağ elim hala çatlak ve ağrıyor, sol elle güçlükle yazıyorum.
Siyasetten biraz uzaklaşıp, siyasetin gündeme getirdiği konularda izleyicileri bilgilendirecek, aydınlatacak, ufuk açacak sohbetler yapmak isterim.
Nadir metal meselelerini, dünyanın savrulduğu noktayı, büyük karamsarlıkların aslında büyük gelişmelere nasıl kuluçkalık yaptığını konuşalım isterim.
Yani iyileşeyim bakarız.
Şu anda tek üzüntüm “Kaçma şüphesi” ile tutukluluğumun devamı…
Tutuklu olmaya değil, “kaçar” denmesine dertleniyorum.
Beni bu ülkeden sürgüne yollasalar bir yolunu bulup geri dönerim, ne kaçması…
Ben mi!
Hem ayıp, hem komik!
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar





