İstanbul’u mu boşaltıyorsunuz, Türkleri mi!

İktidar partisi, genel başkanı da olan Cumhurbaşkanı’nın da talimatı ile İstanbul’un nüfusunu azaltma projesi yapıyormuş.

Şaşırtıcı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, İstanbul Belediye Başkanı olduğu günlerden beri “İstanbul nüfusunu kontrol altında tutma” projeleri hep oldu. Geçmişte, İstanbul’a vize ile gelinmesi, İstanbul’a göçün yasaklanması ve yeni ikametlerin izine bağlanması gibi fikirleri vardı ve bunları yüksek sesle açıklardı.

Şimdi de özellikle yaşlı ve emeklilerin İstanbul’dan taşınmaları halinde gittikleri illerde elektrik ve su parası desteği almaları, taşınmaları için parasal yardım yapılması söz konusu olacakmış.

Gençlerin geri dönüşünü teşvik içinse, iş kurma yardımı ve uzun dönemli düşük faizli yatırım kredileri gibi teşvikler düşünülüyormuş.

İstanbul’un kontrolsüz nüfus artışının bir yerde durdurulması, çalışma hayatı sona erenlerin New York örneğinde olduğu gibi pahalı ve sorunlu kentten taşınmaları gerektiği doğru fikirler olabilir ama açıklanan önlemler İstanbul’un nüfusunu azaltmaya yetmez.

Anadolu kentlerini sosyal açıdan İstanbul’a benzetemezseniz, özellikle gençleri İstanbul dışında yaşamaya ikna edemezsiniz. Taşra kentlerindeki muhafazakar baskı bile İstanbul’u boşaltmanın önünde bir engeldir.

Tabii projesindeki en önemli “eksik” de gözden kaçmıyor değil.

İstanbul nüfusunu azaltmaya veya en azından kontrol altına almaya çalışan iktidar, bir şeyi gözden kaçıracağımızı düşünüyor.

Bu önlemlerin hepsi İstanbul’daki “Türklerin sayısını azaltmaya yönelik”.

Emekli olunca “memleketine dönmesi” için teşvik verilecek olanlar “Türkler”.

Üniversite bitince, iş kurmak için geldikleri kente dönmeleri ya da yatırımcı olmak için Anadolu’ya gitmeleri için ucuz kredi, yatırım teşviki alacak olanlar “genç Türkler”.

Peki ya diğerleri!

İstanbul’un pek çok ilçesinde ve mahallesinde neredeyse çoğunluk haline gelmiş olan, en az 1,5 milyonu Suriye kökenli Ortadoğulu göçmenler.

Kent içindeki bazı dezavantajlı semtlerin yoğun nüfusu haline gelmiş Afrika kökenliler.

Eskinin “ekalliyet” yoğun semtlerinin yeni sahibi haline gelmiş Rusya ve Ukrayna gibi Kuzey’den gelmiş “yeni İstanbullular”.

Ve tabii Afrika ülkelerinde, Balkanlar’da, Güney Amerika’da, Orta Asya’da pazarladığınız sayısı belirsiz vatandaşlığı alıp İstanbul’da ev sahibi olanlar.

Bunları geri göndermek için bir çalışmanız, bir projeniz var mı!

Yoksa Türkleri bunların fazlasına yer açmak için mi göndermek istiyorsunuz!

Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk haline getiren, en büyük Osmanlı padişahı “Fatih” Sultan Mehmet, siz bunları yerleştiresiniz diye mi İstanbul’u fethetti zannediyorsunuz!


Kim ki Lozan’a karşı, bilin ki haindir!

Dün Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yıldönümüydü.

Aklı biraz başında herkes, bu anlaşmanın Türklerin bugün hâlâ bu coğrafyada, bir devlet sahibi olmasını sağlayan anlaşma olduğunu bildiği için, dün bu günü kutladı.

Ahmaklar ise bu anlaşmanın gizli maddeleri olduğuna inanmaya, Türkiye’nin içerdeki düşmanları ve satılmışları ise bu anlaşmayı lanetlemeye devam ettiler.

Yarı cahil bir başka salak grubu ise 1912 yılında Lozan’ın Ouchy bölgesinde Osmanlı Devleti ile İtalya arasında imzalanan ve Ege Adaları’nı İtalya’ya bırakan anlaşmayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kabulü olan Lozan Anlaşması ile karıştırmaya bilerek veya bilmeyerek devam ettiler.

Bugünkü iktidara pek de uzak olmayan, benim gibi bir Atatürk aşığı olmadığı da aşikar dostum Murat Bardakçı, her fırsatta Lozan’ın çok önemli bir anlaşma olduğunu, çok önemli kazanımlar sağladığını ve Türklerin Anadolu coğrafyasında yok sayılması anlamına gelen Sevr Anlaşması’nı çöpe atan anlaşma olduğu söylemiş, bununla ilgili kitaplar yazmıştır.

Bardakçı her seferinde de Türkiye ile Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven krallıkları arasında imzalanan bu anlaşmanın herhangi bir gizli maddesi olmadığını da yazıp, gizli maddeler olduğunu söyleyenlerle dalga geçmiş, bu delilerle kafa bulmuştur.

Buna karşın bir kesim Bardakçı’ya bile inanmamayı yeğlemekte, Bardakçı’nın bu konudaki sarih yazılarını dahi tevil etmektedir. 

Ezcümle söylenmesi gereken şudur.

Kim ki, Lozan Anlaşması’nı kötülüyorsa, bilinsin ki o kimse, kolay kolay kullanmadığım bir sıfat olan “vatan hainidir”.

Lozan’a karşı çıkan, Türkiye’nin bölünüp parçalanmasından ve Türklerin Anadolu’da devletsiz kalmasından yanadır.

Bunu bilerek veya isteyerek yapmak ile cehaletten yapmak arasında bir fark yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi yıl kurulduğunu bilmeyip, Lozan’ın gizli maddelerini bildiğini iddia edenden bu millete hayır gelmez.


Celal’in Şengör’den mektup: Çare bulmazsak sonumuz Afganistan

Sevgili Fatihciğim,

Bu yazıyı yazdığım günün tarihi 24 Temmuz 2023, yani Lausanne Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 100. yıldönümü. Bu antlaşma tarafların yetkili organlarınca kabul edildikten sonra 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girmiştir (antlaşmayı tasdik etmeyen tek devlet Amerika Birleşik Devletleri’dir). Bilhassa AKP iktidara geldiğinden beri, Lausanne Antlaşması hakkında Türkiye’de bazı akılsız ve bilgisiz kişiler tarafından komplo teorileri üretilmeye başlanmış, sözüm ona bu antlaşmayla ‘büyük’ toprak kaybına uğradığımız iddia edilmiştir (bu zırvalığa Wikipedia bile tenkidî bir şekilde yer vermiştir: Complo theories maddesine bk). 

Bu antlaşmadan önce bizim olan tek bir karış toprak kaybedilmediği gibi (Musul ve Kerkük bile İngiliz, Hatay da Fransız işgali altındaydı; ama sonra Atatürk Hatay’ı da kurtardı), bizden alınan Ege Bölgesi, Güney ve Güneydoğu Bölgesi ve Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşı ile tekrar kazanılmış ve bu kazanım Lausanne’da tasdik edilmiştir.

Bu komplo teorilerini kim üretmiştir? 

‘Keşke Yunan kazansaydı’ diyen deliler (ve onun tabutuna omuz veren, içinde Cumhurbaşkanımızın damadı olan bir bakanın bile olduğu siyasilerimiz), cahil ve aptallar ve tabiî kötü niyetli kişiler. 

Cehaletin kaynağı ise Türkiye halkının, medyayı takip edenler açısından sadece Makedonya’nın üzerinde alttan ikinci olduğu bir uluslararası raporda açıklandığı şekilde, dünyadan bîhaber olmasıdır. Yeni yapılan ve gazetelerimizde yayımlanan bir çalışmada, 15 yaş üzeri nüfûsumuzun tek bir kitap bile okumadığı ortaya çıkmıştır. Bu durumdaki bir nüfusla bir ülkede aklı başında tek bir adım demokratik yöntemlerle atılamaz. Eğitim sistemimizin son 20 yılda içine düşürüldüğü korkunç bir uçurum içinde bulunması vaziyetimizin en önemli sebebidir ama bunun tohumları daha 1946’da atılmıştır.  

Elimizde kalan ve Rumeli göçmenleri rahmetli dedelerimin dediği gibi, Büyük Atatürk’ün bize hediye ettiği son vatan parçasını da kaybetmek istemiyorsak bu halimize âcilen bir çare bulunmalıdır. Yoksa sonumuz Afganistan’dır. Artık aklımızı başımıza almanın zamanı gelmiştir ve hızla geçmektedir. 

Son bir not olarak, Dr. Canan Kaftancıoğlu Hanımefendi’nin ‘Lausanne günü millî bayram olmalıdır’ teklifine can-ı gönülden katıldığımı belirtmek isterim. 

Sevgilerle, azîz arkadaşım

Celâl


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ? 

Aydınlar cahillere karşı en az onlar kadar cüretkar olduğu zaman.

Erişilebilirlik Araçları