Beterinden korusun

Bu sabah Ankara’da İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü önünde bir patlama oldu ve küçük bir çatışma yaşandı. 

Tam da Mecis’in açılacağı gün böyle bir patlama duble paniğe neden olmuş görünüyor. 

Açıkçası ilk açıklamalar hiç de tatmin edici değil. 

İki canlı bombadan söz ediliyor. 

Tatil günü, kapı önünde kendini patlatan bir canlı bomba. 

Ne örgütü belli, ne kimliği, ne de neyi hedef aldığı. 

Görmediğim bir terör türü. 

Bu detaylar ortaya çıktıkça belki bir şeyler anlarız. 

Ama şu an için tamamen belirsizlik. 

Belki de hedef de bu. 

Tam bir istikrarsızlık. 

Ama şurası açık ki, 10 milyonu aşkın ne idüğü belirsiz göçmenin yığıldığı bir ülkede, beklenmedik bir şey de değil. 


Teşekkürler Dilan Polat

Sizin hayatınızda ne kadar vardı bilmiyorum ama benim hayatıma pek yeni girdi.

Ne yalan söyleyeyim, adını daha önce bir kez duymuş, daha doğrusu görmüştüm.

Bodrum’da bir “güzellik!” salonunda adını gördüğümde “Bu kim” diye sormuştum.

Sosyal medyada çok ünlü olmuş bir güzellik salonu olduğunu öğrenmiştim.

Bir daha da konu ilgimi çekmemişti.

Sonrasında kocasının kendisine uçak hediye ettiği haberi ile bir kez daha kendileri ile müşerref oldum.

Ve sosyal medya üzerinde sürdürdükleri hayatlarını inceledim.

Müthiş bir eser yazmışlardı.

“Görgüsüzlüğün el kitabı”

Ama yeni Türkiye zaten böyle bir şeydi. Garipsenecek bir şey yoktu.

Parti çalışanı pudra şekercilerin, liderle kaplı otomobillerle fink attığı ülkede herhalde zarafetin, adabı muaşeretin el kitabı satacak değildi!

Polat çifti memleketin aynasıydı.

Ancak hayatlarını ve varlıklarını fazlaca göze sokunca ve bir de bir yayına katılıp, “Günde 750 bin TL harcıyorum” deyince film koptu.

Günde 750 bin TL harcamak için yılda 300 milyon TL’ye yakın bir gelir elde etmek, böyle bir gelire sahip olmak için vergi öncesi üç aşağı beş yukarı 500 milyon TL kâr elde etmiş olmak ve bunu da beyan ederek vergisini ödemiş olmak gerekiyordu.

Ayrıca böyle bir kârı şirketten kâr payı olarak almanın da ayrıca bir vergisi vardı.

Bu paralar konuşulunca, herkesin aklına “Peki bunlar ne kadar vergi ödemiş acaba?” sorusu geldi.

Bu konudaki sorulara çiftten yanıt gelmeyince, bu işin peşine düşüldü ve Polat’ların pek de vergi ödemediği ortaya çıktı.

Bu arada, kız kardeşleri de son yıllarda Türkiye’de yeni zenginler arasında bolca kullanılmaya başlandığını duyduğumuz evrensel adı kokain ama “Yeni Türkiye” terminolojisinde “pudra şekeri” olarak bilinen maddenin kullanımı nedeniyle göz altına alındı.

Ve şimdi herkes Dilan Polat ve eşinin vergisini konuşuyor.

Değirmenin su kaynağına bakılıyor.

“Bu kadar para kazanıp 15 bin TL vergi mi ödenirmiş” diyor.

Açıkçası ben kendi adıma Dilan Polat’a ve eşine teşekkür etmek istiyorum.

Bu ülkeye “Para kazananlar vergi ödemeli, çok para kazananlar çok vergi ödemeli” gerçeğini hatırlattıkları ve istemeden de olsa öğrettikleri için.

Onlar sayesinde artık herkes “Aaaa, vergi diye bir şey varmış” demeye başladı.

Çünkü uzunca bir zamandır bu ülke vergiyi “Sadece işçilerin ve memurların ödediği, zenginlerin ise ödemedikleri vergiyi bile devletten geri aldığı bir şey ve 5’li çeteye devletin ödemek zorunda olduğu bir para” zannediyordu.

Polatgiller sayesinde verginin devletten alınan değil, devlete ödenen bir şey olduğu anlaşıldı.

Biliyorsunuz eskiden Türkiye’de valilikler, defterdarlıklar her yıl bir tören düzenler, o yıl o ilde en çok vergi ödeyenlere birer ödül, madalya verirlerdi.

İşinsanları da bu ödülle övünürlerdi.

İktidarımız her niyeyse, yıllar önce bu ödül törenlerini kaldırdı.

Vergi ödeyenleri onurlandırmaktan vazgeçti.

“İktidarın en yakın adamları niye bu vergi rekortmenleri listesinde yok?” sorusuna yanıt vermektense, hak edenlere ödül vermemek daha kolaydı.

Bu yüzden Dilan Polat’a teşekkür ediyorum.

Muhteşem görgüsüzlüğü ile istemeden de olsa herkese “vergi” diye bir şeyi hatırlattı.


Güzel bir lokanta Gallada

Yeni Türkiye’nin görgüsüzlüğünü ve bunun el kitabını yazan dev kadronun 2 kişisini bir kenara bırakıp daha keyifli bir şeylerden söz edelim.

Fatih Tutak’ı artık duymayanınız kalmamıştır herhalde.

Benim genç adaşım, önce Turk adı altında şahane bir lokanta açtı ve Michelin rehberinin Türkiye’yi, daha doğrusu İstanbul’u da kapsamına almasından sonra Türkiye’nin ilk 2 Michelin yıldızlı şefi oldu.

Çok da hakedilmiş bir 2 yıldızdı.

İstanbul’a da bir otel açmak daha doğrusu Galataport’un içinde açılacak olan oteli işletmek için İstanbul’a gelen lüks otel kavramının en yeni temsilcisi Peninsula da, bu otelin içine açacağı restoranların en havalısı için, Fatih Tutak ile anlaştı.

Karaköy’de, muhteşem bir İstanbul manzarasına bakan şahane bir terasta, eski İstanbul Limanı Yolcu Salonu’nun olduğu yerin tepesinde bir restoran açtılar.

Adını da Galata’dan esinlenerek “Gallada” koydular.

Gallada, Temmuz ayında sessiz sedasız bir “soft opening”le çaktırmadan İstanbullular ve İstanbul’u ziyaret edenler ile buluştu.

Sevgili Fatih defalarca davet etmesine rağmen, türlü nedenlerle gitmek nasip olmadı.

Önceki hafta ise müthiş bir davet ile resmen açıldı.

Açılışa elbette gittim ama o gün gerçek Tutak mutfağını tatmak için uygun gün ve ortam olmadığı için, dün gece çok sevdiğimiz bir çift ile Gallada’nın yolunu tuttuk.

Karşılama ve servis konularında henüz Turk’un standardını yakalayamamış olsa da, Gallada da yeni bir restoran için fena değil.

Genç servis ekibi, dünyadaki yeni servis trendine oldukça uygun görünüyor. Muhakkak gelişeceklerdir de!

Mekan şahane.

Galataport, Boğaz’daki lokantalardan sonra şehrin daha içinde ve daha iyi manzaralı pek çok yeri İstanbul’a kazandırırken, en şahane noktayı Gallada’ya ayırmış.

Müthiş manzara, çok sade ve yıllarca eskimeyecek bir minimalist dekorasyon.

Yemeklere gelince.

Fatih Tutak, kelimenin tam anlamıyla döktürmüş.

Turk’daki standardını, farklı bir biçimde buraya da taşımış.

Ve gerçek bir füzyon mutfak yaratmış.

Pek çok şef daha önce bir Türk füzyon mutfağı yaratmak için çabaladılar ama bunu Fatih Tutak kadar başarıyla yapabilen olmadı.

Fatih bu başarısını Gallada’da sürdürüyor.

Közlenmiş bir patlıcanı nasıl eşsiz bir lezzete dönüştürdüğünü, soyulmuş çeri domateslerinden nasıl bir damak şöleni yarattığını anlamak imkansız.

Ton balığından çıkarılmış bir filetodan nasıl bir çiğ külbastı yapılacağını ve bunun buram buram Mısır çarşısı kokan bir antre haline gelebileceğini göstermiş.

Yerel karideslerden yaptığı dumpling nispeten alışıldık bir lezzet gibi görünse de, Adana kebaplı Çin mantısı yiyenlerin damağında mutlaka bir şaşkınlığa sebep oluyor ve Uzakdoğulu Peninsula Oteli, Doğu’nun Batı kapısı İstanbul’la buluşturuyor.

Aynı başarı ana yemeklerde de sürüyor.

Tatlılarda ise Türk lezzetleri hakim.

Annesinin memleketi Erzurum’un Demir tatlısının yorumu ile, karla kaplanmış bir kırmızı meyveler sorbesi ve Tutak tarzı baklava ve hurmalı kek hepsi başyapıt.

Sonunda da şefin ikramı bir tatlı, yediğiniz tüm tatların bir karışımını dilinize, damağınıza yeniden hatırlatıyor.

Masaya gelen yemekler arasında bu olmamış diyebileceğiniz hiçbir şey yok.

Şarap menüsü de oldukça iyi ve zengin.

Zannederim İstanbul’da Sunset’in bir dönemki şarap listesinden sonra gördüğüm en iyi liste ve bu şarapları Türkiye’ye getirebilmiş olmak da büyük başarı.

Bir diğer başarı ise müşterilerin yarıdan fazlasının İstanbul’u ziyaret eden turistlerden ve yabancılardan oluşmasıydı.

Açık konuşmak gerekirse, Turk senede iki, bilemediniz her mevsimde bir kez olmak üzere 4 kere gidilebilecek bir deneyim lokantasıydı.

Gallada ise daha sık uğranacak, misafirlerinizi çekinmeden götürebileceğiniz bir yer.

Yolcu salonunun ünlü kulesinin hemen altında, Gallada’nın hemen üzerindeki terastaki barda başlayıp, Gallada’da bitirebileceğiniz bir gece herkes için etkileyici olacaktır.

Fiyat diyecek olursanız.

Şarabı hesaba katmazsanız, benzerlerine oranla makul. İstanbul’da Gallada’dan daha pahalı makarna satan restoranlar var diyeyim.

Şarap ise size kalmış.

Sınırınız gökyüzü…

Bugünlük bu keyifli yazı ile idare edin.

Canınızı sıkacak yazıları yarın yine bol bol yazarım.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Seviyesizlik övünç kaynağı olmadığı zaman.

Erişilebilirlik Araçları