Kendileri yapıyor, kendileri beğenmiyor!

Ömer diyecekleri ağızlarını büzüşlerinden belli idi.

Sonunda bakla ağızdan çıktı.

Ak Parti “Anayasa değişikliği” dediği gün, hem söyledim hem de yazdım, “Anayasa değişikliğinin tek nedeni var. Yüzde 50 artı 1’den kurtulmak” diye.

Parlamenter sistemdeki avantajlarını, Cumhurbaşkanlığı sisteminde de korumak istiyorlar.

Ak Parti’nin kurulduğu günden beri hedefi “İki Partili bir sistem” oluşturmaktı.

Hayalleri AK Parti ve CHP’den oluşan bir Türkiye idi.

2002 seçimleri sonrası oluşan tablo çok hoşlarına gitmiş, tadı damaklarında kalmıştı.

Hayallerini süslüyordu.

Ama olmadı.

MHP geldi, HDP geldi.

Sağdaki diğer rakipleri yuttular.

HDP’yi kendilerine çekmek için açılımlar yaptılar. Bu sefer milliyetçi muhafazakarları kaybetmeye başladılar.

Açılımı kapatıp, MHP’yi kendi saflarına çektiler ama bu kez de laiklik yanlısı Atatürkçü milliyetçiler başka adresler ürettiler.

Ne yapsalar ikili siyaseti kuramadılar.

Ama olmadı.

Olduramadılar.

Baktılar olmuyor Başkanlık sistemi dediler.

Garabet bir sistem oluşturdular.

Evrensel hukukla alakası olmayan bir sistem.

Bize bu sistemin ne kadar mükemmel, ne kadar kusursuz, Türkiye’ye ne kadar uygun olduğunu anlattılar.

50 artı 1’in Türkiye’ye bir uzlaşma kültürü getireceğinden söz ettiler.

Dünya’nın en iyi Başkanlık sistemini kurduklarını iddia ettiler.

Bizim gibi karşı çıkanlara ağız dolusu hakaret ettiler.

Ve 5 sene geçmeden “Ya bu sistem pek de iyi değil” demeye başladılar.

Ve sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan “50 artı 1 partileri yanlış yollara sevk ediyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil” diyerek baklayı çıkardı, ne zamandır beklediğimiz gibi “Ömer” dedi.

“Kimin eli kimin cebinde belli değil” derken altılı masayı kast ediyormuş gibi yapıyor ama onu asıl rahatsız eden MHP’nin elinin AKP’nin cebinde olması, Yeniden Refah’ın, HÜDAPAR’ın, BBP’nin küçük ellerini AK Parti’nin büyük cebine sokması.

Üstelik de yakın bir gelecekte bu “Cep cebe” duruma rağmen 50 artı 1’i bulamamaktan çekinmesi.

O yüzden de 5 yıl önce şahane dedikleri sistemi değiştirmek istiyorlar.

Bunların ruhunu bildiğim, daha bunlar ağızlarını büzmeye başladığı sarada ben Ömer’in yedi sülalesinin isimlerini sayabildiğim için seçimlerden üç gün önce, 11 Mayıs’ta “Bu garabet sistemin garabet olmayan tek yönü 50 artı 1 kuralını değiştirmek isteyecekler” diye yazmışım.

Her yaptıkları yasa ile ülkeyi farklı bir bunalıma sokan ve her yaptığından kısa bir süre sonra pişman olan bu iktidara, bir süre sonra yine pişman olacakları bir değişikliği gerçekten yaptıracak mı bu millet merak ederdim doğrusu.

Oysa bana göre bunu tartışmak bile abesle iştigal.

Tartışmamız gereken çarşı pazardaki etiketler.

Ve bunun büyük ölçüde sebebi olan göçmen politikaları.

Kaçan yerli ve yabancı sermaye.

Ve bunun sebebi olan hukuksuzluk.


Celal Şengör’den mektup: “Barbar medeniler”

“Sevgili Fatihciğim,

Dünkü Guardian ve London Times gazetelerinde okuduğum bir haberi ve bunun bana düşündürdüklerini senin kanalınla okuyucularımıza da bildirmek istiyorum.

İngiltere’de Oxford ve Manchester gibi üniversitelerde ve ABD’de Cornell Üniversitesinde Musevi öğrencilerin bir kısmı hayatlarından endişe ettikleri için derslere ve yemekhanelere gitmez olmuşlar! Diğer pek çok Anglo-Saxon üniversitesinde de durum aynıymış. Bunun sebebi aldıkları çok sayıda hakaret hattâ ‘Yahudilere Ölüm’ tarzındaki elektronik postalar ve X mesajlarıymış. Bazıları sokakta fiziksel tâcize de uğramışlar. Amerikan basınından öğrenebildiğim kadarıyla 7 Ekim’den bu yana Yahudi aleyhtarı suçlarda %400 artış görülmüş. İngiltere’de, aynı tarihten bu yana işlenen Yahudi aleyhtarı suçlar, tüm 2022 yılında görülenlerin toplamından fazlaymış.

Avrupa’da ve onun türevi olan Amerika’da Yahudi düşmanlığının kökleri çok derinlere gider ve iki sebebe dayanır: Dinsel husumet ve ekonomik sıkıntılar.

Meselâ Yahudilerin krallara verdikleri borçlar ödenemez hale gelince, borcu alan krallar Yahudileri ya sürmüşler ya da toptan öldürtmüşlerdi (Fransa’da Templar şövalyelerinin de kökünü kazıyan Capetiyen hânedanın yaptığı gibi).

Her ne hal ise, Yahudi düşmanlığı hem Avrupa’da hem de Amerika’da her zaman mevcut ve yaygın olmuş olan bir olaydır (Shakespeare’in Venedik Tâciri piyesindeki Shylock’u hatırlayalım). Bu durum 2. Dünya Savaşından sonra da devam etmiş, mesela 20. Yüzyılın en büyük jeokimyacılarından olan Gerald J. Wasserburg gönüllü olarak Amerikan ordusunda hizmet etmiş olmasına rağmen harpten sonra devletin kendisine verdiği GI bursuyla Rutgers Üniversitesi Jeoloji bölümüne müracaat edince, bölüm başkanı kendisine “Wasserburg, bu bölümde senin gibi Yahudilere yer yoktur” cevabını vermişti. Wasserburg küçükken New Jersey’deki evlerinin kurşunlandığını da hatırlıyordu.

7 Ekim’den sonra tekrar şahlanan Yahudi düşmanlığı (buna antisemitizm demiyorum, çünkü Filistinliler de tüm Araplar, Fenikeliler vs gibi sâmi ırka mensuptur; dolayısıyla antisemitizm bu insanların hepsiyle ilgili olmalıdır, ama öyle değildir. Kastedilen sadece Yahudi düşmanlığıdır) bu dinmiş düşmanlığın tekrardan alevlenmiş halidir ve eskiden olduğu gibi bugün de büyük bir haksızlıktır. Hakarete uğrayan, canlarına kastedilen diaspora Yahudilerinin ezici ekseriyeti Netanyahu hükumetini lânetledikleri gibi, şu anda Gazze’de cereyan eden katliamın da karşısındadırlar ve onu yüksek sesle eleştiren gösterilerde Filistinlilerin ve diğerlerinin yanında yer almaktadırlar. Bu insanlara sadece dinlerinden dolayı düşmanlık etmek abesle iştigaldir.

Ben bunu sana niye hatırlatmak ihtiyacını duydum? Çünkü bizim devlet yönetimimiz pek haklı olarak Gazze’de cereyan eden fecî olayların durmasını istemekte, bunun için tüm dünyada diplomatik temaslarda bulunmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımızın bazı maksadı aşan sözleri bile sadece İsrail hükûmetini hedef almaktadır. Tüm bu duruma rağmen Türkiye’de yaşayan ve Türk vatandaşı olan Musevi yurttaşlarımızın kendilerini tam anlamıyla emniyette hissetmemeleri için hiçbir sebep yoktur. Biz sapla samanı karıştırmamayı bilen büyük, tecrübeli ve asil bir milletiz. Avrupa ve Amerika’da Yahudiler endişe ve korku içine düşmüşken, Türkiye’de böyle bir durum mevzubahis değildir. Biz tarihte iki defa canlarına ve mallarına kastedilen Yahudilere kucağını açmış bir milletiz. Birincisi Sultan II. Bayezid devrinde onları Katolik kasapların elinden kurtarırken diğeri de 2. Dünya Savaşı esnasında. 2. Dünya Savaşında Türkiye Cumhuriyeti Romanya ve Bulgaristan üzerinden Nazilerce yakalanmaya çalışılan on bine yakın Yahudi’yi kurtararak Türkiye’ye gelmelerini, hattâ isteyenlerin Filistin’e gitmelerini sağlamıştır. Yahudiler de yıllarca Amerikan meclislerinde Türkiye’nin sesini duyurarak borçlarını ödemeye çalışmışlardır.

Bize utanmadan “barbar” diyen Avrupalı ve Amerikalı “medenîlerin” bu duruma bakarak yüzlerini kızartmalarının zamanı gelmiştir sanırım. İftiharla söyleyebilirim ki Türkiye’de Yahudi düşmanlığı yoktur, sadece canlarına ve mallarına kastedilen insanların ve kültür varlıklarının korunması arzusu vardır. Ne demişti büyük kurtarıcımız: Yurtta sulh, cihanda sulh. Avrupalı ve Amerikalı savaş tâcirleri biraz Atatürk’ü okusalar (ve anlasalar), kendileri de rahat edeceklerdir.

Sevgilerle

Celâl”


Liyakat ve adaletin sonucu

Millilerimiz 72 yıl sonra Almanya’yı bir kez daha, yine Berlin’de yendi.

Hem de öyle savunmaya çekilip, boş beleş bir gol bularak ya da kalecisinin “Panter” lakabı almaya hak kazandığı bir maçla değil, takım olarak şahane oynadığımız izleyenlerin “Bunların hangisi Alman milli takımı acaba” diye düşüneceği bir maç sonucunda, Alman kalesine 3 gol atarak.

Bu maçı izlemeden Berlin’den Türkiye’ye dönen Cumhurbaşkanı Erdoğan zannederim bu kararından pişman olmuştur ama muhtemelen Erdoğan’ın danışmanları bu galibiyeti beklemiyordu, mağlubiyet sırasında tribünde olmasının iyi olmayacağını düşündüler.

Milli takımın önce son dünya Kupası’nın yarı finalisti Hırvatistan’ı Hırvatistan’da yenerek Avrupa Şampiyonası finallerine kalmaya hak kazanması, ardından Almanya’yı Almanya’da yenmesi tesadüf ile açıklanamayacak kadar net galibiyetler. Üstelik de iyi futbolla elde edilmiş sonuçlar.

Bunun tek nedeni var.

Liyakat…

Milli takıma teknik direktör aranırken “Şunun adamı olsun, bizim cemaatten olsun, hemşerimiz olsun, bizim köyden olsun” diye bakılmamasının, “Ben kime söz geçirebilirim” diye değil, “Bu takımı en iyi kim yönetir” diye bakılmasının etkisi var.

Milli takımın başında Montella diye genç bir İtalyan’ı getirdiler.

O da hiçbir önyargıya kapılmadan, baskılara boyun eğmeden, o takımın oyuncusu, bu takımın oyuncusu demeden, camiasına, yaşına başına bakmadan bir takım oluşturdu.

Belli ki takımda bir adalet duygusu, bir sevgi ortamı geliştirdi.

Tavşanı şapkadan çıkarmaya çalışmadı.

Ve bu başarıyı sağladı.

Bu başarı futbolcuları ile büyük bir uyum yakalayan ve takımı oluşturan Montella’nın başarısıdır.

Ama Montella’yı oraya getiren Futbol Federasyonunu da kutlamak gerekir.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Anayasaları yap boz tahtası zannetmediğimiz zaman

Erişilebilirlik Araçları