Siyasallaşmış futbol ile bu kadar!

Çok değil, üç gün önce yazmışım, “Bakın Türk futbolunda bundan sonra daha neler olacak” diye.

Türkiye Futbol Federasyonu adı altında örgütlenmiş “Kaos Kurumu”nun Halil Umut Meler’in yumruklanmasından sonraki “tavırsızlığı”, AK Partili milletvekillerinin Ankaragücü’ne yaptığı “Ceza verdiler, özür dileriz” ziyareti ve hakemleri hedef gösteren kulüp başkanlarının Halil Umut Meler’i ziyareti sonrası yazmışım bunu.

Ve olmaya başladı. Merak etmeyin bu daha “Entrée”…

Dün önce Şırnak’ta bir karşılaşmada, hakemin burnu kırıldı.

Ardından, İstanbulspor-Trabzonspor maçında İstanbulspor hakem kararına tepki olarak başkanı tarafından sahadan çekildi.

İstanbulspor’un isyan etmesine neden olan olayda, İstanbulspor haklı mıydı?

Bence haklı idi.

Pozisyonda verilmeyen bir faul vardı ve o pozisyon dönüp, İstanbulspor kalesinde gol oldu.

Açık bir hakem hatasıydı, VAR da hataya ortak olunca, mesele hata olmaktan çıkıp kasta dönüşmüştü.

Bu kasıtlı hakem tavırları geleneksel bir hal aldığı için de, sahalar barut fıçısı gibiydi.

Peki Türk futbolu nasıl bu hale geldi?

Asında üç günlük bir süreç değil bu…

Medyanın, futbol dünyasının, siyasetin hepsinin ortak suçu.

Yıllar önce en azından siyaseti bu işin bir nebze dışında tutmak için, futbol federasyonu özerkleştirilmişti.

AKP ile birlikte her türlü özerk kurum AKP’lileştiği için siyaset yeniden elini, kolunu, bacağını futbolun içinde soktu.

İktidarın futbolu ilk müdahalesi Hasan Doğan ile başladı.

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın arkadaşı, Erdoğan’ın bir başka dostu Remzi Gür’ün Ramsey’deki ortağı ve AK Parti’nin ilk yayın organı Star gazetesinin de patronu idi.

Ama ahlaklı ve edepli bir adamdı. “Ben Başbakan’ın dostuyum” diyerek kamu ihalelerine girmeyeceğini açıklamış biriydi ve üstelik de spor dünyasına yabancı değildi. Beşiktaş Kongre üyesiydi, Boks Federasyonu yönetim kurulundaydı.

Kısa süren Futbol Federasyonu Başkanlığı, Fatih Terim’le Bodrum’da yediği bir yemek sonrası geçirdiği kalp krizi ile hayatını kaybetmesi sonucu noktalandı.

Hasan Doğan sonrası iktidar elini futboldan hiç çekmedi.

Futbol Federasyonu başkanları artık iktidar katında belirleniyordu.

Hüsnü Güreli’nin arada iki kez birkaç ay vekaleten yürüttüğü başkanlıklar dışında, Mehmet Ali Aydınlar belki de Futbol Federasyonu Başkanı’na benzeyen son Futbol Federasyonu Başkanı oldu.

Beşli çeteden müteahhitler, kamu kaynakları ile iktidara medya oluşturmakla görevlendirilenler futbolun da başına getirildiler.

Haliyle futbol da giderek çürüdü.

Bugünkü Futbol Federasyonu Başkanı ise belki de tüm zamanların en tartışmalısı.

Futbol dünyası ile son dönemde yaptığı kulüp başkanlığı dışında pek yoktu.

THY yönetim kurulu üyesi ve TİM Başkanı idi.

Sonrasında iktidar ile “The Cemaat”in arası açılınca buralardan uzaklaştırıldı.

Ve sonrasında “The Cemaat” ile “The iktidar”ın yeniden barışma sürecinin sanki bir parçası imişçesine futbol federasyonu başkanlığına getirildi.

Burada ne bir saygınlığı, ne de bir otoritesi oldu.

Kurduğu ekibin de kendisinden farkı yok.

Galatasaraylı olduğu için yönetimde olduğu söylenen şahsın, Galatasaray ile tek ilgisi, AKP bürokratı olduğu için bir ara Galatasaray yönetiminde hasbelkader bulunmuş olması.

Yani futbolda da her yol iktidara çıkıyor.

Futbolun çöküşünün ilk işareti futbolun değeri ile ortaya çıktı.

500 milyon dolara kadar yükselen Türk futbolunun naklen yayın değeri, 80 milyon dolara kadar geriledi.

Naklen yayın gelirleri düşerken tribünler de boşaldı.

İktidar ile bir şekilde ilişkili takımlar ve yönetimler dönemi başladı.

İktidar kulüplerin içine kadar elini soktu.

Ve sonunda geldiğimiz nokta bu.

Ve emin olun bu kafa ile bugünleri de arayacağız.

Çare var mı?

Var tabii.

Futbolu kendi dinamiklerine bırakmak.

Parti temsilcisi değil, futbol federasyonu başkanı aramak.

Faruk Süren’i, Ali Şen’i, Hüsnü Güreli’yi, hatta Aziz Yıldırım’ı Federasyon başkanı seçsin futbol camiası bakın bakalım Türk futbolu düzeliyor mu, düzelmiyor mu!

Siyaset elini futbolun yönetiminden çeksin.

Bakın bakalım futbol adam oluyor mu olmuyor mu! 


“Oynatalım Uğurcum”un sonucu

Türk futbolundaki en temel sorunlardan biri de hakemler olarak görülüyor.

Tüm tartışmalar hakemler üzerinden yapılıyor.

Hakemlerimiz kötü mü?

Kötü ama İngiliz hakemler, İtalyan hakemler, İspanyol hakemler ne kadar kötü ise o kadar kötü.

Ama oralarda bu tartışmalar yok, bizde ise var. Hem de VAR sayesinde duble var.

Peki, Türk hakemleri nasıl hedef haline geldi?

Kimse size söylemeyecek ama ben söyleyeyim.

Medya sayesinde.

Daha doğrusu bir televizyon programı sayesinde.

O programın adı Maraton’du.

Futbol maçları Cine 5’ten yayınlanıyor, maç akşamları Cine 5’in kardeş kanalı Show TV’de Maraton programında, Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu maçtaki hakem hatalarını masaya yatırıyorlardı.

Tüm pozisyonlar ağır çekimde teker teker ele alınıyor, farklı açılardan görüntüler inceleniyor ve hakemlerin hataları anlatılıyordu.

Erman Toroğlu bir hakem seminerinde yapılması gereken bir işi, milyonların önünde yapıyor ve “Oynatalım Uğurcum” diye pozisyonu bir ileri bir geri aldırıp hakemleri rezil ediyordu.

Ben de o sırada “Bu yapılan büyük yanlış. Gelişmiş futbol ülkelerinde böyle programlar asla yapılmaz. Hakemin milisaniyede verdiği kararı dakikalarca ağır çekimde inceleyerek hakemleri rezil ediyorsunuz, hakemlik müessesesini çökertiyorsunuz” diye bu programa tepki gösteriyordum.

Ben “Bir kabzımal Türk hakemliğini bitiriyor” diyordum, Erman Toroğlu da dönüp “Kabzımalım, hıyardan anlardım” diyerek bana hakaretler savuruyordu.

Ben ise “Futbol Federasyonu yayın ihalesini verirken, yayıncı kuruluşa bu tür programların yapılmasını yasaklamalı” diye yırtınıyordum.

Tabii ki beni dinleyen olmadı.

Rating tatlı, hakemleri madara etmenin getirisi büyüktü.

Bu program 14 yıl boyunca bir efsane oldu ama aynı zamanda hem benzerlerinin doğmasına neden oldu; Türk spor medyası, Türk hakemliğini itin bir tarafına sokup çıkararak, hakemleri futbolun en tartışmalı ve en zayıf halkası olarak toplumun önüne attı.

Bugün hataları en çok tartışılan hakemler Türk hakemleri ise bunda “Oynatalım Uğurcum” anlayışının da payı büyüktür.

İngiltere’de bu tür programların yapılmıyor olmasının sebebi, İngilizlerin yayıncılığı bilmemesi değil, futbolu bilmesidir!


Men dakka dukka Meral Hanım

Meral Akşener CHP’yi ve CHP’li bazı belediye başkanlarını İYİ Parti’nin içişlerine karışmakla, ellerini İYİ Parti’nin içine sokmakla suçluyor.

Durum bu mudur bilmem.

Ama eğer böyle bir şey yapıyorlarsa, bunu zannederim Meral Akşener’den öğrenmişlerdir.

Çünkü Meral Hanım da, bir Cumhurbaşkanı adayı belirleme süreci boyunca elini CHP’nin içine soktu, CHP’nin iç işlerine karıştı.

CHP’li iki belediye başkanını birden, CHP yönetimine sormadan Cumhurbaşkanı adayı ilan etmek, bir partinin içişlerine karışmak değildir de nedir!

Meral Akşener, elini CHP’nin içine sokarken, partinin içişlerine müdahil olurken kimse de kalkıp onu suçlamadı.

Çünkü haklı idi!

CHP yönetimi yanlış bir yolda ilerliyordu, tabanının ve ülkenin isteklerine sırt çeviriyordu, toplumu okumaktan acizdi, lider maksatlı bir çevrenin dolduruşu ile egosuna yenilmişti ve çok açık bir kayba doğru koşuyordu.

CHP’de yönetim yanlışlığı ve hatta zafiyeti vardı.

Bu yüzden de Meral Akşener elini CHP’nin içine sokmuş karıştırıyordu.

Bugün de durum farklı değil.

Şimdi de İYİ Parti yönetimi toplumun beklentisini okuyamıyor. Seçmenin ne istediğinden ya habersiz ya da umursamıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde CHP için geçerli olan tüm hatalar bugün İYİ Parti için geçerli.

Bu yüzden de CHP’li birileri İyi Parti’nin içişlerine karışıyor, karışabiliyor.

Eğer bir partide lider siyaseti iyi okuyamıyorsa, yönetim zafiyeti oluşmuşsa, partililer partinin gidişatından hoşnut değilse, o partiye herkes elini sokar.

Dün Akşener CHP’ye, bugün başkaları İYİ Parti’ye.

Ve keşke sadece CHP’liler olsa.

İYİ Parti’ye bugün o kadar çok el musallat olmuş durumda ki, şaşarsınız!


Yasaları hiçe sayan bir Kaymakam

İstanbul Park Yarış Pisti’nin sahibi Vakıflar Genel Müdürlüğü, Tuzla Kaymakamlığına resmî bir yazı göndererek, sözleşmenin sona ermesi nedeniyle İstanbul Park pistinde işgalci haline gelen eski kiracı FİYAŞ’ın ve onun alt kiracılarının tahliyesini talep etti.

Resmî yazıda kiracı ve alt kiracılarından yasaya uygun bir şekilde “işgalci” olarak söz ediliyordu.

Süre önceki gün doldu.

Ama ne tahliye edilen var ne de yasaların gereğini uygulayıp tahliye eden.

Tam aksine, Tuzla Kaymakamı, Vakıflar’a “rest” çeken bir yazı yazıyor ve “Ben tahliye etmiyorum. Mahkemeye gidin” diyor.

Kamu malının işgaline, kamu yöneticisi seyirci kalmakla kalmıyor destek oluyor.

Üstelik Kaymakamlık makamına oturtulmuş bir zat belli ki, yasaları da bilmiyor.

Devlet İhale Kanunun 75. Maddesi çok açık ve ortada sözleşmenin uygulanmasından kaynaklı bir ihtilaf yok. Sözleşme bitmiş ve Vakıflar Kanunu da çok net.

Ancak her ne hikmetse Tuzla Kaymakamı, kamunun hakkını koruyacağına özel şirketin hakkını koruyor ve yasada olmayan bir yola başvurmasını “hadsizce” talep ediyor.

Zannedersin Kaymakam değil, İntercity çalışanı.

Doğrusu Tuzla Kaymakamı’nın bu yasadışı yola başvurmasının arkasındaki “motivasyonu”’ çok merak ediyorum.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Mutlu ettiğimiz ölçüde mutlu olabildiğimizi anladığımız zaman.

Erişilebilirlik Araçları