Ha 12 Eylül ha bugün

Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu ve geleceğe ilişkin en kaygı yaratan gelişmesi nedir diye soracak olursanız, çok fazla düşünmememe gerek kalmadan yanıtım şu olur: Can Atalay ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmıyor olması…

Çok net, çok açık ve çok tartışmasız biçimde bugün Türkiye’nin en vahim meselesi budur.

Bunun bu kadar önemli olmasının da ne Can Atalay’ın kimliği ile ilişkisi vardır, ne siyasi görüşü ile ne de milletvekili olması ile. Burada özne Can Atalay değil Ayşe Teyze, Mehmet Amca da olsaydı en önemli mesele bu olurdu.

Bugün Can Atalay meselesi olarak karşımıza çıkan bu meselenin önemi şudur.

Bir ülkenin bir devletin en önemli varlığı Anayasa’sı ve bu Anayasa’ya göre oluşturduğu hukuk düzenidir.

Eğer bir devleti yönetenler, kendi Anayasası’na ve o Anayasa’ya göre oluşturduğunu hukuk düzenine uymuyor, kendi Anayasası’nı takmıyor, kendi Anayasası’nı önemsemiyor ve askıya alıyorsa o devlet kendi varlığını inkar ediyor demektir.

Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’ya göre aldığı bir karar, her ne olursa olsun uygulanmak zorundadır.

Türkiye’nin yasaları bunu emreder.

Siz eğer Anayasanız tarafından en üst mahkeme olarak tanımlanan mahkemenin kararını uygulamıyorsanız, tüm hukuk düzeni tehlikededir.

En üst mahkemenin kararları kabul görmüyor, uygulanmıyorsa yarın başka mahkemelerin kararları da uygulanmayabilir, tanınmayabilir.

Bir kez kendini Anayasa’nın da üzerinde gören İktidarlar ya da muktedirler, kendilerini her türlü yasanın üzerinde görmeye, yasaları ve yasalara göre alınmış yargı kararlarını kendi arzu veya çıkarlarına göre uygulayıp uygulamamaya başlarlar.

Bu düzenin bitmesi, devletin ortadan kalkması anlamına gelir.

Yaratacağı tahribat nesiller boyu düzeltilemez.

Siyasi gücün sahibi olarak kararı beğenmeyebilirsiniz.

Kendi yaptığınız ve yapılmışların en şahanesi diye yutturduğunuz Anayasa’dan hoşnut olmayabilirsiniz.

Ama Anayasa’ya uygun her türlü kararı uygulamak zorundasınız.

Uygularsınız, değiştirmeniz gerektiğini düşünüyorsanız, gücünüz de yetiyorsa değiştirirsiniz.

Ama “Ben yasaları uygulamıyorum” diyemezsiniz.

Bu çok açık biçimde Anayasa’yı askıya almak, Anayasa’yı tanımamaktır.

Türkiye böyle bir durumu son olarak 12 Eylül 1980’de yaşamıştır.

Bugün yapılanın 12 Eylül 1980’de yapılandan mantık olarak hiçbir farkı yoktur.

Her ikisi de gücün yasalara üstün gelmesinin sonucudur.


Güven meselesi 

Yurt dışında, zannederim Almanya’da yaşayan Fethullahçı gazeteci Cevheri Güven, eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın Kıbrıslı Kumarhaneler kralı Halil Falyalı’dan 50 milyon dolar rüşvet aldığını iddia eden bir ses kaydı yayınlamış.

Şimdi de “Yaptığım haber muhalifler tarafından bile önemsenmedi. Kimse bu habere gereken değeri vermedi” diyerek ve “Beni satın alamazlar” diye de ekleyerek, haberi kullanmayanların satılmış olabileceğini ima ediyor.

Çok şükür satılık da olmadık, herhangi bir “çı” da olmadık.

Bence muhaliflerin bile Fethullahçılar tarafından ortaya atılan her türlü iddiaya mesafeli durmasının nedeni, geçmişte ve o geçmişin geleceğe ilişkin işaretler vermesinde saklı.

Çünkü aklı başında muhalifler

–       Gülenciler ile bugünkü iktidar arasındaki sıkı fıkı ilişkileri unutmuyor.

–       Ülkenin zıvanadan çıkmasında bu sıkı fıkılığın payını hafızasından silmiyor.

–       Ölülerin bile oy kullanmaya davet edildiği referandumun bu ülkeye maliyetini biliyor.

–       İktidarın bugün hâlâ kullanmaya devam ettiği taktikleri iktidara kimin öğrettiğinin farkında.

–       Bugün bile bu iş birliğinin yer yer sürdüğünü görüyor.

–       Yarın iktidarın bir parmak şaklatması ile iş birliğinin yeniden başlayacağını da hissediyor.

–       İktidara güvenmediği kadar iktidarın hem eski, hem de olası müstakbel ortağına da güvenmiyor.

–       Kırk katır ile kırk satır arasında kalınca en azından öyle veya böyle seçilmişini tercih ediyor.

Mesele bu kadar basit.


SPK kandırılıyor mu?

Türkiye’nin uluslararası motor sporları yarışlarına uygun milyarlarca dolar değerindeki tek pisti işgal altında.

Bunu ben değil Vakıflar Genel Müdürlüğü söylüyor.

Temmuz ayında biten kira sözleşmesine rağmen, pistin kiracısı ve alt kiracıları üç otuz paraya oturup, motor sporları tutkunlarına ve uluslararası yarışlara kapattıkları pisti otopark ve şirket merkezi olarak kullanmaya devam ediyorlar.

Pistte ise sadece kiracı ve kiracının arkadaşları kendi aralarında yarışıyorlar.

Pandemi döneminde mecburen gelen Formula 1 yarışlarında FiA’yı (Uluslararası Otomobil Federasyonu) bile burayı kullandığına pişman edecek hareketler yaptıklarını söyleyeyim.

Temmuz’da biten kira sözleşmesinin ardından, Vakıflar Genel Müdürlüğü, kiracıya ve alt kiracılarına bir tahliye emri gönderdi.

Tahliye olmayınca, Vakıflar Genel Müdürlüğü bu kez Tuzla Kaymakamlığı’na bir yazı yazdı ve tahliyenin kolluk kuvvetleri yoluyla gerçekleştirilmesini ve “işgalci”nin kamu mülkünden çıkarılmasını talep etti.

Tuzla Kaymakamı, işgalci şirketle nasıl bir bağlantısı ya da dostluğu var ise, yasa tanımaz bir tutum takınarak Kamu İhale Kanunun 75. Maddesindeki açık hükme rağmen tahliyeyi yapmadı ve kim bilir ne karşılığı, kamuya “Mahkemeye gidin” diye yasa dışı bir karşılık verdi.

İçişleri Bakanlığı, bu Kaymakam hakkında her halde bir soruşturma açacaktır diye umuyorum.

Çünkü işin içinde iş var. Milyarlık yeni bir rant var.

Kamu mülkünü hukuksuz biçimde elinde tutan işgalci şirket, pek yakında halka arz edilecek.

Ve halka arz izahnamesinde, milyar dolarlar değerindeki bu pistte kiracı görünüyor. Bu da şirketin halka arz değerini arttıran bir unsur.

Kira sözleşmesinin bittiğini, yeniden kiraya verilmesi söz konusu olsa bile kendisinin işgalci tutumundan ötürü bu ihaleye girme hakkı olmayabileceğini, girse bile bugünkü şartlarda almasının mümkün olmadığını falan asla belirtmiyor.

Yani bir anlamda “küçük yatırımcıyı” kandırıyor.

Sadece küçük yatırımcıyı değil, Sermaye Piyasası Kurulu’nu da kandırarak küçük yatırımcının dolandırılmasına izin vermesini sağlıyor.

Tuzla Kaymakamı da işte bu dolandırıcılığa alet oluyor.

Bilerek veya bilmeyerek.

Gönüllü veya başka türlü.

Orasını da ben bilemem İçişleri Bakanlığı müfettişleri bulabilir!


Netanyahu’ya zımnen destek 

Cumhurbaşkanı Erdoğan bilerek mi yapıyor bilmiyorum ama her açıklaması ile Netanyahu’ya can veriyor.

İsrail’in bebek ve çocuk katili Başbakanı B. Netanyahu, ülkesinde yeniden hedefteydi ve her tarafta aleyhine gösteriler yeniden başlamıştı.

Koltuğu kaybetmesi an meselesi haline gelmiş, çevresi boşalmış ve hem halkının, hem de İsrail medyasının ağır eleştirilerine maruz kalıyordu.

İsrail basını bir erken seçim istiyor ve harekatın bir önce bitirilmesini ve savaş durumu biter bitmez ülkenin erken seçime gitmesini istiyordu.

Çok açık biçimde Netanyahu gidiciydi.

Tam bu sırada Netanyahu’nun imdadına Erdoğan yetişti.

Erdoğan’ın önceki gün Netanyahu’yu Hitler olarak lanse etmesinin ardından, İsrail’de özellikle muhafazakar kamuoyu Netanyahu’yu korumaya aldı.

Hatta pek de Netanyahu fanı olmayan Cumhurbaşkanı Isaac Herzog bile Netanyahu’yu koruyan bir açıklama yapmak ve Erdoğan’a yanıt vermek zorunda kaldı.

Nasıl ki Türkiye’de Erdoğan her sıkıştığında bir Batı ülkesi lideri Erdoğan’a ağır eleştiriler yönelterek, Erdoğan’ın Türkiye’deki desteğinin konsolide olmasını sağlıyorsa, aynı şeyi Erdoğan da Netanyahu için yapıyor.

Herhalde bilerek yapmıyordur!


Maliye’den iletişim açıklaması 

Önce Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın, ardından Bakan Mehmet Şimşek’in açıklamalarının yarattığı sorunlar üzerine Maliye ve Hazine Bakanlığı’nda bir iletişim problemi olduğunu ifade ettim.

Hemen bakanlık iletişim ofisinden aradılar.

Bilgi verdiler.

İlk söyledikleri şu oldu.

“Merkez Bankası Başkanımız Hafize Gaye Erkan’ın iletişiminin Bakanlık ile ilgisi yok. Hafize Gaye Hanım genel olarak İstanbul’daki ofisinde çalışıyor ve kendi ekibi var.”

Sonra da Bakan Mehmet Şimşek’in emlak vergileriyle ilgili basına yansıyan açıklamalarını izah ettiler:

“Bakan Bey’in açıklamaları basına yapılmış açıklamalar değildi. Turkuaz Medya Grubu’nun düzenlediği ve iş adamlarının katıldığı basına kapalı bir toplantıda Sayın Bakan iş dünyası temsilcileriyle sohbet etti, fikirlerini ve planlarını anlattı. Bunların bazıları kısa vadeli, bazıları uzun vadeli planlardı ve medeni bir ülkede olması gerektiği gibi ekonominin aktörlerini bilgilendirme amaçlıydı.

Kesinlikle kayıt dışıydı ve yazılmamak kaydıyla yapılmış bir sohbetti.

Ancak belli ki, katılımcılardan bazıları bu kurala uymamış ve toplantıda konuşulanları, kendi anlayışlarınca yarım yamalak biçimde gazetecilerle paylaşmışlar ve toplantının içeriği tam olarak olmasa da medyaya yansımış oldu. Burada bir iletişim kazası değil, katılımcıların etik dışı davranışı söz konusudur.” dedi.

Ben de “Neyse ki, olayın doğrusunu Rahim Ak’tan öğrendik” deyince aldığım yanıt şaşırtıcıydı.

“Rahim Ak’ın yazdıkları da doğruyu yansıtmıyor.” dedi.

Anladım ki, emlak vergilerinde ciddi bir artış söz konusu.

Bunun kiralara yansıması da elbette ki kaçınılmaz.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Lafı kulağımızla dinleyip beynimizle anladığımız zaman.

Erişilebilirlik Araçları