Silivri Günlüğü – 40
Fatih Altaylı
Ağustos 18, 2025
Yazı İçeriği
Silivri Günlüğü – 40
Silivri Günlüğü – 40
Emre Bey selamlar, saygılar…
Sana ve herkese iyi haftalar dileyerek başlayalım eğer hazırsan…
Önce geçen haftadan sarkan ve anlatmayı unuttuğum birkaç konu ile başlayayım.
Çarşamba günü ilk kez, cezaevinde kapalı salonda, basketbol sahasında spora götürülecektim ancak çarşamba günü o kadar çok ziyaretçi, o kadar yoğun vekil görüşmesi vardı ki spor salonuna götüremedim.
Salonda bana ayrılan saati kaçırdım.
Fakat perşembe günü, önceki hafta olduğu gibi cezaevindeki halı sahaya tek başıma spor yapmaya götürüldüm.
Fakat bu sefer infaz koruma memurunun bana bir sürprizi vardı, oynamam için bir de top ayarlamıştı.
Allah tarafından yarım saat sonra avukatım Ömer geldi de kurtuldum.
Emre böyle bir şey olur mu kardeşim!
63 yaşında adam halı sahada bir top gördü diye kendini paralar mı!
Koş sağa, koş sola… Bir şut o kaleye, bir şut bu kaleye…
Kan ter içinde kaldım, bacaklarım ağrı girdi.
Kardeşim ben kim, top oynamak kim!
Futbol topuna son vurduğum sene 2005 ya da 2006…
Olmuş 20 sene…
Top ayağım değmemiş o gün bugündür.
20 sene önce Formula 1 pilotlarının geleneksel maçında oynamıştım bahsetmişimdir belki daha önce.
Sebastian Vettel’ın çaylak zamanı…
Çocuk bana çalımı bastı, ben de ona tekmeyi bastım istemeden.
Bernie Ecclestone sahaya daldı “Ne yapıyorsun, o çocuk Formula 1’İN geleceği!” diye.
Gülüyor bir yandan…
En son futbol topuna o gün vurmuşum, bir de geçen perşembe…
Hala bacaklarım ağrıyor.
Daha da futbol oynamam!
Yaz bitiyor Emre farkında mısın!
Yine tatilsiz bir yaz geçirdin…
Fırsat bulduğum her öğlen yaptığım gibi avluda güneşlenmeye çıktığımda anladım ki, yazın sonu geliyor…
Bana mı öyle gelir gerçekten öyle midir bilmem ama yaz biterken güneş ışığının kokusu ve dokusu değişir sanki.
Çocukluğumdan kalma bir histir o bende.
Güzelce’deki yazlığımızda geçirirdim yazın birkaç ayını, ağustos geldi mi güneşin kokusu değişirdi…
Kentte o kokuyu almak zordur belki ama Trakya’da o kokuyu aldım yine.
Bir yazı da bu kez Silivri’de, cezaevinde yedik…
Kaç yazımız kaldı acaba sevdiklerimizle geçireceğimiz…
Bu hafta sonu, hücreye atıldığım günden bu yana en sakin hafta sonu oldu diyebilirim.
Cumartesi, pazar çok fazla ziyaretçim olmayınca hücremde kökten bir temizliğin yanı sıra bol bol da kitap okuma fırsatım oldu.
Yaptığım birkaç siyasetçi röportajını da gözden geçirdim.
Ekrem İmamoğlu ile avukatlarımız aracılığı ile yaptığım röportaj sende.
Bir bölümü yayında, geniş halini ise fatihaltayli.com.tr’de değerlendireceğini tahmin ediyorum.
Bugün Özlem Çerçioğlu’nun AK Parti’ye katılımı ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.
Çerçioğlu “Cumhurbaşkanım’ın himayesi altında” diyerek aslında Erdoğan’ın koruması altına sığındığını açıkça söyledi.
Zaten AK Parti’ye katılan başkanlar hakkındaki savcılık soruşturmaları hemen durduruldu ve bu gizlenmiyor da…
İktidar bunun bilinmesinden mutsuz ya da rahatsız değil, tam aksine bunun bilinmesini istiyor gibi bir hali var.
Sanki iktidarın gücünü ve gücünü fütursuzca kullanma rahatlığını gösteren bir reklam kampanyası olarak görüyor bu durumu.
Bundan bir şikayetleri olduğunu zannetmiyorum, tam aksine bir güç gösterisi…
Çerçioğlu AK Parti’ye katılırken siyasi etik gereği CHP’den ayrılmasının nedenlerini açıklamayacağını ama zorlarlarsa açıklayacağını söyledi.
Hemen kulislerde Özlem Çerçioğlu‘nun, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve hemşehrisi Bülent Tezcan‘la arasında yaşanan bazı olaylardan dolayı CHP ile arasının açıldığı konuşulmaya başlandı.
Hatta AK Parti’liler “Tezcan‘ın imar ile ilgili talepleri olmuş” demeye başladılar.
Konuyu hemen Bülent Tezcan’a sormam gerekiyordu ve sordum. Çünkü ziyaretime geldi.
“Bülent Bey, Özlem Çerçioğlu’nun topuklamasında size olan kızgınlığının da etken olduğu söylentileri dolaştı. Neydi sorun ya da var mıydı?”
“Ben Özlem Hanım’ı ilk kez 2002 yılında Önder Sav‘ın odasında, adaylık başvurusu yapmaya geldiğinde gördüm. Ben o zaman Kuşadası ilçe başkanıydım. Hiç tanımıyordum, Aydın’dan adaylık başvurusu yaptığını öğrenince şaşırdım. Çünkü hiç tanımıyordum.
O seçimde listeden 4. sıraya koyuldu. Ben de destek verdim.
Her zaman da bu desteğim sürdü ama zaten gerek Deniz Baykal gerekse Kemal Kılıçdaroğlu döneminde hep genel başkanlar destekledi,hatta şımarık bile diyebilirim. Bir buçuk dönem milletvekilliğinden sonra belediye başkanlığına geçti. Orada da genel merkezden, genel başkanlardan hep tolerans gördü.
Çok kontrolcüydü; her şeyi kendi belirler, ilçeleri, ildeki parti yönetimini kendi oluşturmak isterdi. Öyle ki tüm başkanlarla kavga etti. Hep sorun yaşadı” dedi.
“Peki hal böyleyken niye parti ile arası açıldı? Çünkü bu bir süredir konuşuluyordu.” diye sordum.
Tezcan anlattı: “Aslında sorun, Çerçioğlu’nun İzmir Büyükşehir adayı olma arzusu ile başladı. Kendisi İzmir adayı olursa Aydın’ı kim alır diye sorduk kendisine. Kuşadası Belediye Başkanı Ömer Güner’in adını verdi. Biz de Aydın’da bir anket yaptık ve Ömer Güner’in Aydın’ı rahatça alabileceğini gördük. Çerçioğlu da bir anket yaptırmış, o da aynı sonuca ulaşmış. Fakat Özlem Çerçioğlu İzmir’e aday olamadı. İzmir, kendi içinden birini istedi. Bunun üzerine Çerçioğlu Aydın’a aday oldu ve kazandı. Ancak kendi yerine önerdiği ve geçinebildiği tek ilçe başkanı olan Ömer Güner’i kıskanmaya onunla geçinememeye başladı. Öyle ki, kampanya sırasında bilbordlarını söktürdü, ortak projeleri durdurdu. Hatta Kuşadası’nda İYİ Parti adayını destekledi alttan alta. Bazı plajları birlikte işletirdi Büyükşehir ve Kuşadası. Oralardan söktü attı.”
Tüm bunların partiden ayrılıp yıllarca ağır eleştiriler yönelttiği AK Parti‘ye gitmek için yeterli gibi görünmüyordu.
“Bunlardan gitmedi zaten. Birkaç ay önce Aydın Büyükşehir Belediyesi’nde de Aziz İhsan Aktaş’ın işbirliği yaptığı ve bunlarla ilgili incelemeler olduğu bilgisi geldi. Kendisine soruldu, doğruydu.
Aziz İhsan Aktaş’la iş yapmıştı belediye. Tedirgindi. Bir şey yoksa tedirgin olmamasını söyledi parti. Gökan Zeybek gitti ‘Kendinden eminsen biz parti olarak arkanda dururuz, merak etme’ dedi.
Ancak panikledi. Muhtemeldir ki bir şey vardı. Sonra telefonlarını genel merkeze kapadı. İçerdeki arkadaşlara baskı yapmaya, partiden istifaya zorlamaya başladığını öğrendik. Kendisini milletvekili yapan, eski Aydın İl Başkanı’nın oğlunu bile partiden istifaya zorladı.”
“Peki sizin adınız niye karıştı? Sizin kendisine imar konusunda baskı yaptığınızı söylediği dedikodusu yayıldı. Sizin de kulağınıza gelmiştir.”
“Geldi. Ne diyecekti? ‘Ben yolsuzluk yaptım, bunun hesabını vermemek için korktum AK Parti’ye geçtim’ diyecek hali yok. Açıklayabileceği tek bir şey olamaz. Partinin veya benim ondan hiçbir talebimiz olmadı, olamaz. İmar işi ise öyle imar meselesi demekle olmaz. Kimin işi, hangi oda, hangi parsel açıklasın. Öyle çamur atarak temize çıkamaz. Bizim çekinecek hiçbir şeyimiz yok.”
“Peki Özlem Çerçioğlu ile ilgili bir pişmanlığınız var mı?” diye soruyorum.
“Kimseyi bir görevde bu kadar uzun tutmamak lazım, en büyük
yanlış bu. Bir diğer pişmanlık ise, bu iddiaları duyduğumuzda kendisine sormak yerine parti olarak araştırmalı ve iddialarla ilgili
bir şey bulursak biz onu partiden atmalıydık” diyor.
Tezcan’a Beyoğlu Belediyesi’ne yapılan operasyonu da sordum.
Gördüğüm kadarıyla partinin belediye başkanlarına yapılan hiçbir yargı operasyonunun Bülent Bey’i şaşırtmıyordu.
Yine de Bahçeli ve MHP’nin çağrılarına rağmen böyle bir operasyon yapılmasını ilginç bir mesaj olarak görüyordu.
Mesajın yollandığı adres CHP değildi ama…
Biz de şaşırmadık değil mi Emre Bey…
Birkaç hafta önce burada İstanbul’daki bir belediyeye daha operasyon yapılacağını ama bunun için AK Parti’nin 2 belediye meclisi üyesinin transferini halletmeye çalıştığını söylemiştik.
O belediye, Beyoğlu Belediyesi idi.
Ancak o iki üyeyi transfer edememişler.
Bülent Tezcan’a sordum “Edemediler” dedi.
Ya ümidi kestiler ya da Özgür Özel’in Mücahit Birinci’yi ifşa etmesine rövanş olarak bu operasyon erkene çekildi.
Bilmiyorum doğrusu…
Öyle karanlık öyle hukuksuz günlerden geçiyoruz ki en önemli düşünce de en olumsuz düşünce de aynı oranda mümkün görünüyor.
Ama olumluyu düşünmek zor…
Biraz safdiriklik gibi duruyor.
Belli ki CHP güçlendikçe, muhalefet iktidara gelme ihtimalini artırdıkça bu operasyonlar da artacak.
Kılıçdaroğlu’nun gitmesi ile birlikte değişen, siyaset üretmeye başlayan, etkisini arttıran CHP iktidarın hoşuna gitmedi.
Bazen düşünüyorum da, Kılıçdaroğlu hala CHP’nin başında olsa bu operasyonların hiçbiri olmazdı herhalde diyorum.
Zaten CHP’nin bu kadar çok belediye başkanı da olmazdı.
Zannederim tüm bu sürecin başlangıcı CHP’nin kurultayı ile başladı.
Kurultay demişken, yaklaşık 20 gün sonra yine CHP kurultay davası, CHP’ye kayyum meselelerini konuşmaya başlayacağız.
Siyaset üretemeyen, sorunlara çözüm üretemeyen iktidar, CHP’yi sorunlaştırarak gerçek gündemin dışında bir tartışma ortamı yaratmaya çalışıyor.
Diyeceksin ki “Gerçek gündem ne?”
Aslında iki veya 1,5 gündem var: Ekonomi ve PKK’nın silah bırakması
İktidarın muhalefeti zayıflatmak, sorunlu göstermek ve iş yapamaz hale getirmek için yürüttüğü operasyonlar gündemi ikinci plana itip ayıplı bir ortam yaratıyor.
Peki, muhalefetin iktidar kontrolündeki bir yargı ile yıpratılması ve yok edilmesi şaşırtıcı ya da beklenmedik bir durum mu?
Elbette değil.
Niye mi değil?
Anlatmışımdır ama bir daha anlatayım.
Yıl 2002…
AKP’yi iktidara taşıyacak seçimler öncesi, AKP’nin ikinci adamı ve Başbakan adayı Abdullah Gül seçim öncesi Teke Tek’te konuğum.
Abdullah Gül’e iktidar olmaları halinde milletvekili dokunulmazlıklarını kaldırıp kaldırmayacaklarını soruyorum.
Çünkü o günlerde de toplumda bu konu tartışılıyor ve AKP lideri, fakat siyasi yasaklı olduğu için aday olamayan Erdoğan, her yerde dokunulmazlıkların kaldıracağı kaldırılacağını söylüyor.
Açıkçası popülist bir söylem, toplum bunu duymak istiyor.
Ben de bu soruyu Abdullah Gül’e soruyorum.
Abdullah Gül çok net bir yanıt veriyor “Hayır dokunulmazlıkları kaldırmayacağız.”
Parti’nin Genel Başkanı ile taban tabana zıt bir açıklama.
Evet o günlerde AK Parti’liler Erdoğan’ın söylediğinin tersini söyleyebiliyorlardı bazen.
Gül’e “Tayyip Bey kaldıracağız diyor, siz tersini söylüyorsunuz. Niye?” diye soruyorum.
Abdullah Bey’in yanıtı aslında bugünlerin işaretçisi gibi.
Hiç unutmuyorum aynen şöyle dedi:
“Seçimden birinci parti olarak çıkmak bizi tam olarak iktidar yapmayacak. Yargı bürokrasisinde hakimiyetimiz olmayacak.
Bu durumda yargı eliyle siyaseti dizayn etmek isteyen güçler, partimiz ve milletvekillerimizi yargı yoluyla etkisizleştirmek için yargı bürokrasisini kullanacaklardır. Bu yüzden de yargı bürokrasisinde de iktidarımızı oluşturuncaya kadar dokunulmazlıklar kaldırılamaz.”
Abdullah Bey aslında her şeyi anlatmamış mı?
Bana ilginç gelen ve beni şaşırtan bir soru iletmişsin.
“Murat Kapki’nin Mücahit Birinci hakkındaki suç duyurusunu Fatih bey çok önemsemedi mi?” demişsin.
Böyle bir intiba oluşturduysam kabahat benimdir, özür dilerim.
Tam aksine çok ama çok önemli ve buz dağının sadece ucu olma ihtimali çok yüksek.
Murat Kapki isimli şahıs bu iddiaları ya da bu suç duyurusunu CHP’li birisi için yapmış olsaydı şu anda yedi sülalesi ile birlikte tutuklanmış, MASAK dahil tüm kurumlar işe dahil olmuş olurdu.
Benim olayla ilgili olarak tek söylemek istediğim, yanlış anlaşılmama neden olan, benim Murat Kapki’nin güvenilir biri olmaması.
Muhtemelen kendisinden 2 milyon dolar istememiş olsa, Birinci’nin istediği itirafnameyi yazıp imzalardı diye hissediyorum.
Ama olayı hiç ama hiç küçümsemiyorum, tam aksine…
Böyle bir olay dünyanın en hukuksuz ülkesinde bile kıyamet koparırdı.
Türkiye’de rezalet çıtamız o kadar yükseldi ki artık en büyük rezalete bile “bu da rezalet mi” diyen bir kitle oluştu.
Düşün ki biz, 1970‘lerin sonunda 11 milletvekilinin bir partiden bir partiye geçmesini 50 yıl sonra büyük rezalet diye anımsıyoruz.
Oysa bugün, bir yıl içinde 56 belediye başkanı partilerinden ayrılıp AK Parti’ye geçmiş, bu normal karşılanıyor.
Bu konuyu kapatmadan şunu söylemek istiyorum.
CHP, Mücahit Birinci’nin tüm bu iddialara karşın tutuklanmamasına tepki gösteriyor.
Bence doğru değil, Birinci’nin tutuklanmaması normal.
Anormal olan CHP’li ya da muhalif olanların tutuklanması
Bence bu olaya böyle bakmak lazım.
Bunlardan bugünkü siyasi ortamda bir şey çıkmayacağı, çıkartılmayacağı aşikar ama bu operasyonlara, yani İBB’ye yönelik operasyonlara yönelik olarak, halktaki inançsızlığı ve güvensizliği zirveye çıkartıyor.
Asıl gündem dediğimiz ekonomiye dönersek, Merkez Bankası Başkanı Fatih Karhan’a teşekkür etmek istiyorum.
Teşekkürü hak etmesinin nedeni, bizim 9 ay önce söylediğimizi cuma günü teyit etmesi…
Benim asla tutmaz dediğim enflasyon hedefini revize ettiğini söylemeden revize etti ve “O, ara hedefti” dedi.
Türkiye’de ekonomi yönetimleri, ekonomi bilimine yeni ve abuk kavramlar katmak zorunda kalıyorlar, bu da öyle bir şey.
Yeni hedef 30 artı, hem de TÜİK’e göre…
Ara hedef saçmalığı aslında çalışan kesimlere enflasyonun yükünü daha çok yıkmak.
Zamları, yani maaş zamlarını, tutmayacak olan hedefe değil hiç ama hiç tutmayacak ara hedefe göre yapma şansını veriyor iktidara.
Fatih Karahan belli ki bilgili ve edepli bir insan.
Bu açıklamayı yaparken utanarak yaptığı o kadar belli ki!
Hal böyleyken Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının ilk kez 1 trilyon doları aşması ile övünen bir iktidar var.
Gerçek olmayan bir dolar kuru ile bunu sağlanmış olması bir yana,
bu milli gelirin paylaşımındaki adaletsizlik ne olacak!
Aylar önce açıkladık burada, gelir adaletsizliğinde dünya lideriyiz ve takipçimiz Bulgaristan’dan bile 3 kat daha kötüyüz.
Gini katsayısına bakarsak rezillik ortaya çıkar.
Türkiye’nin yönetim anlayışı giderek derinleşen bir yoksulluğu kalıcı hale getiriyor.
Peki bunun siyasi bir sonucu olur mu, işte burası biraz tartışmalı…
Bu tür ekonomik bunalımlar bazen iktidar, hatta rejim değişiklikleri yapar, bazen de tam tersi sonuç verebilir.
Burada önemli olan düzelme umudunu hakim kılacak siyasetler veya muhalefetlerdir.
Bununla ilgili Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Truman’ın 1947 yılında Avrupa Birliği’nin kurulmasına öncülük ettiği bir konuşmasında kullandığı bir cümle vardır.
“Totaliter rejimlerin tohumları sefalet ve yoksunluktan beslenir. Bunlar halkın daha iyi bir yaşama dair umudu öldüğü zaman yeşerirler.”
Burada kilit kelime umut.
Umut veren muhalefet olmalı, olmazsa olmaz !
Emreciğim, sayılar gerçekten korkunç…
Milli hasılası sözde rekor kıran ülkede aşırı yoksul insan sayısı
11 milyon 879 bin kişi.
12 milyon de…
Bu rekoru 12 milyon kişiye anlatırlar artık!
Bunlar aşırı yoksul.
Yoksul desen, en az 45-50 milyon olur.
Bu insanların umudunu canlı tutacak bir muhalefet lazım.
Emre Bey biliyorsun, ben AK Parti’yi hep bir kadın partisi olarak gördüm, bunu da söyledim.
Bugün bile, AK Parti seçmeninde kadın ağırlıklı ve Diyanet İşleri Başkanlığı son haftalardaki hutbeleri ile bunu değiştirmeye niyetli görünüyor.
Bir aydır her cuma hutbesinde kadınlar hedef.
Kılık kıyafet, edep medep derken bu hafta baltayı tam taşa vurdular.
Kadınların miras hakkını gasp etmeye yönelik hutbe öyle başka şeylere benzemez, kadınların iktidara bakışını çok derin etkiler.
İktidar Diyanet’e çok kızmış olabilir.
Kadınların miras hakkını göz dikmek Audi’ye göz dikmeye benzemez, benden söylemesi…
Hafta sonuna girerken ilgimi çeken durumlardan biri memur sendikaları ile Çalışma Bakanı arasındaki toplantı sonrası yapılan açıklamalar idi.
Bakan komik teklifine enflasyonun, yanlış anlama hedef hatta ara hedef enflasyonun yarısı kadar teklifine hayır diyen sendikalara kabine arkadaşını ispiyonlamış.
Açıklamalardan anladığım kadarı ile “Vallahi ben daha fazla vermek istiyorum ama Mehmet Şimşek vermiyor” demiş Sayın Işıkhan.
Belli ki bu hükümetin günah keçisi Şimşek, bayrama doğru kurban edilir.
Son olarak da Trump-Putin buluşmasına göz atalım.
Başbaşa olacağı söylenen buluşma 1 + 2 oldu.
Belli ki Amerikan Devleti, Rusya gibi önemli bir ülkenin sıkı lideri ile Trump’ı baş başa bırakmaya cesaret edememiş, Trump’a o kadar güvenememiş.
Görünen o ki, Avrupa’nın kaygıyla izlediği buluşmadan pek net bir sonuç çıkmadı ama Trump başarısız görünmemek için sanki bir sonuç alınmış gibi davranıyor.
Oysa ortada somut bir şey yok, Putin Trump’ı yemiş.
Ukrayna’da savaşın sürüp Rusya’yı biraz daha oyalamasını isteyen Avrupalılar, başta Fransa ve Almanya olmak üzere, rahat bir nefes almışlardır.
Arda Turan ise rahatsız olmuş olabilir.
Oynadığı ligin değişme olasılığı var…
Emreciğim arzu edersen ufak ufak noktalayalım…
Çünkü bugün bir de Ekrem İmamoğlu röportajımız var.
Çok uzatmayayım.
Ama Adalet Bakanlığı Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’na ya da Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’ne teşekkür etmek istiyorum.
Geçen hafta maç yayınlarının olmamasının tutuklu ve hükümlüler için mutsuzluk kaynağı olduğunu anlatmış ve beIN Sports aboneliğini yenilenmesini tüm mahkumlar adına talep olarak duyurmuştum
Sağ olsunlar, bu hafta yayınları ve maçları izleyebildik.
İngiltere liginin birkaç maçı ve bizim ligin önemli maçları yayınlandı.
Herkes memnun oldu.
Diyeceksin ki “Haksız yere cezaevine atılıp cezaevi yönetimine teşekkür ediyorsun, ne biçim adamsın…”
Benim burada olmamın nedeni cezaevi yönetimi değil.
Hakkımda, binlerce kişi hakkında gereksiz, haksız, hukuksuz tutuklama kararlarınaı cezaevi yöneticileri vermiyor.
Tam aksine, kapasitelerinin %30-40 üzerindeki tutuklu ya da hükümlü nedeniyle onlar da mağdur.
Ayrıca ben bana iyi gelen bir şey yapan herkese, her zaman teşekkür ederim.
Dur bitirmeden biraz da gırgır yapayım.
Biliyorsun, benim bazı saçma takıntılarım var.
Bunlardan biri de don, çorap, pijama takıntısı…
Hande de yıllardır benim bu takıntımla alay eder.
Hande dalga geçecek diye çok sevdiğim pijamalarımı pek giyemem.
Cezaevine girince Hande bir pijamamı getirdi ve “Al çok sevdiğin pijaman” diyerek bıraktı.
Ben de haliyle sabah kahvaltısına kadar hücremde pijama ile oturuyorum.
Ve anladım ki Hande haklı…
Çünkü infaz koruma memurları da beni pijamalarımla görünce Hande kadar olmasa da hafiften gülmeye başlıyorlar.
Ama ölmek var, dönmek yok!
Pijamalarımdan ve röpteşambırlarımdan asla vazgeçmeyeceğim!
Emreciğim, bir iki sualini bilerek atladım, onlara yarın yanıt vereceğim.
Bugünlük Ekrem İmamoğlu röportajı öncesi bu kadar yeter.
Herkese güzellikler ve adaletli günler diliyorum…
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar





