Silivri Günlüğü – 45
Fatih Altaylı
Ağustos 26, 2025
Yazı İçeriği
Silivri Günlüğü – 45
Silivri Günlüğü – 45
Emreciğim selamlar,
Sana ve herkese güzel bir hafta dileyerek yeni haftaya başlayalım.
Umalım ki gerginliklerin bir nebze de olsa azaldığı, insanlarımızın hafifçe de olsa tebessüm edebildiği, gençlerin az da olsa gerçekleri bir an için unutabildiği bir hafta olsun.
Eeee Emre Bey, 2 ayı biraz geçen bir süre sonunda, cuma günü kısa süreliğine de olsa kavuştuk, kalın bir camın arkasından da olsa bir süreliğine hasret giderebildik.
Ne yalan söyleyeyim senin bu kadar duygusal olduğunu hiç tahmin etmezdim.
Oysa sizleri neşeli bir şekilde karşılamak için en yeni blucinimi ve pembe gömleğimi giymiştim!
Biliyor musun Emre, aslında cuma günleri benim için hem en keyifli hem en keyifsiz günler oluyor Silivri’de.
Sabahları büyük bir heyecanla uyanıyorum.
Bir camın arkasında da olsa hayatındaki en önemli, sevdiğin değer verdiğin, sana değer veren insanlarla, ailenden iki üç arkadaşınla kavuşuyorsun.
Kötü bir telefon ahizesi aracılığı ile de olsa 1 saate yakın sohbet ediyor, artık sana çok uzak olan gündelik hayatları ile ilgili sohbet ediyor, onların keyifli anları ile mutlu oluyor, özlem gideriyorsun.
1 saatin sonunda onlar gidiyor ve yalnızlığınla baş başa kalıyorsun.
Ve en güzel gün olan cuma sona eriyor, en keyifsiz cuma başlıyor.
Niyeyse geçmek bilmiyor cuma…
Aklın ve ruhun gidenlerde kalıyor, hatta belki onlarla beraber gidiyor; boş bir beden kalıyor cezaevinde, hücrende.
Açıkçası en zor geçen gün cuma oluyor cezaevinde, tabii benim için…
Çünkü benim “görüş” günüm cuma.
Ayda 1 gün ise açık görüş oluyor.
O daha az zorluyor insanı.
En azından sevdiğin insanlara dokunabiliyor, kokusunu içine çekebiliyorsun.
Görüşten sonra kendini kitaplara gömüyor, yazmaya çizmeye başlıyor, kafanı anca öyle dağıtıyorsun.
Emre sıklıkla, daha doğrusu haberleri izledikçe, halime şükrediyorum.
Şükrediyorum derken, başkalarının çektiği acıları görünce gözlerim doluyor, yaşlar akıyor.
Gazze’den söz ettiğimi tahmin etmişsindir.
Gazze’de her gün bebekler, çocuklar açlıktan ölüyor.
Ölmeyenlerde de hayat boyu çekecekleri arazlar kalacağı çok belli görüntüler, ekranlardan yüreğimizi dağlıyor.
İsrail, Trump ve ABD ile el ele, Avrupa’nın bin yıllık antisemitizm utancının getirdiği aşağılık sessizliğin gölgesinde insanlığı katlediyor.
İki suç ortağı: Trump ve Netanyahu.
Ama eski başkanlar, başta Biden pek de masum değil.
Ağır gelen, Trump’ın insanlıkla alay eder gibi Netanyahu’ya düzdüğü övgüler.
Bu herifi her gördüğümde Robert de Niro’nun bunun için kullandığı sıfat aklıma geliyor.
Ne güzel söylemişti, ağzına sağlık!
Haberlerde gördüm.
Gazzeli biri, galiba bir doktor, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazmış ve öfkeli bir tonda sitem etmiş.
“Size güvendik. Bizi yarı yolda bıraktınız. Hep sizin yardıma geleceğinize inandık, bizi bırakmazsınız dedik. Ama biz burada açlıktan ölürken bir lokma ekmek dahi yollamadınız” anlamında bir şeyler söylemiş.
Bana sorarsan biraz haksızlık etmiş.
Bütün dünyanın seyirci kaldığı bir olayda Türkiye ne yapabilir?
Sınırımız yok, İsrail ile karşı karşıya gelmeden çatışmaya girmeden Türkiye ne yapacak, İsrail’le mi savaşacak?
Belki uluslararası camiayı harekete geçirmek için biraz daha aktif rol alabilirdi ama fazlası ne olabilir diye düşünüyorum…
Belki Amerika ile anlaşıp havadan insani yardım atabilirdi ama daha fazlası değil.
Kim ne yapıyor ki Türkiye yapmamış?
Tabii burada sorun yapmamamız değil.
Yapamayacağımız belli.
Belki asıl mesele ümit vermemiz.
Boşa ümit vermemiz ya da Türkiye’den olmayacak beklentiler içine girmelerine neden olmuş olmamız olabilir.
Gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı döneminden beri Arap aleminin, Orta Doğu toplumlarının büyük beklenti yaratan ortak lideri gibiydi.
New York’taki taksiye biniyorsun, Müslüman şoför müthiş Erdoğan hayranı, “İslam’ın kurtarıcısı”
Paris’te taksiye biniyorsun Cezayirli, Tunuslu, Filistinli sürücü Erdoğan hayranı.
Lübnan lokantasındaki garson keza…
Bu, Türkiye’nin bölgedeki gerçek gücünü aşan bir beklenti yarattı.
Bu yüzden de şimdi aslında Sisi’ye, Muhammed Bin Selman’a edilmesi gereken sitemleri haksız biçimde ya da hak ettiğimizden fazla bize yönlendiriyor.
Asıl mesele bu değil Emre.
İsrail’in ve Netanyahu‘nun giderek artan fütursuzluğunun arkasındaki politikalar bütünü.
İsrail’e bölgede reel anlamda höt diyebilen, İsrail’le çatışan, kavga eden iki yönetim vardı: Suriye ve Irak, Saddam ve Esad.
Önce Saddam gitti, gönderildi; Esad rejimi tek kaldı.
Ama yanında İran ile, Lübnan’daki etkisi ile, Rusya ile ilişkileri ile İsrail’e rahat vermiyordu Esad rejimi.
İsrail kadar güçlü değildi ama İsrail’i gerçekten rahatsız ediyordu, o da devrildi.
İsrail’in önünde hiç engel kalmadı.
1967 yılından bu yana ilk kez Golan Tepeleri’nden aşağı indi, Suriye’nin güneyini işgal etti.
Hem de kalıcı bir biçimde.
Arkasını sağlama aldı.
Şimdi Gazze’nin de sahibi oluyor.
Aslında Mısır toprağı olan, Filistin Devleti’nin olması gereken Gazze’yi önce yerle bir etti.
Şimdi de Gazzelileri öldüre öldüre işgal ediyor.
Müslüman ülkeler de Esad’ı devirdik diye seviniyorlar.
Esad’ın yıkılıp gitmesiyle kimin yolu açıldı, onu bile göremiyorlar.
Şunu da ekleyip konuyu kapatayım.
Uluslararası güçler Gazze’yi planlarken Türkiye’nin Gazze’ye yaklaştırılmayacağı, imarında, yeniden inşasında yer verilmemesi konusunda anlaşmışlar.
Suriye’de, Türkiye’ye rol var ama Şam’a kadar…
Suriye’de ise demokrasi falan derken Ahmet El Şara’ya meclisin üçte birini tek başına belirleme yetkisi verildi.
Suriye ciddi bir sıkıntı olacak gibi.
Tabii keşke tek sıkıntımız Suriye olsa.
İçeride de epey bir sıkıntı var.
Hafta sonunun yerel mevzuları arasında belediyelerle çete kurduğu iddia edilen, daha doğrusu daha çok AK Parti’li belediyeler ile çalışıyor olmasına rağmen sadece CHP’li belediyeler ile çete kuran Aziz İhsan Aktaş’ın ev hapsi kaldırıldı.
Başkaca denetimli serbestlik hükümlerine tabii mi bilmiyorum ama ev hapsi bitti, o net.
Çetenin reisi olduğunu kabul eden herif serbest, çete ile iş tuttuğu iddia edilenler tutuklu.
Ev hapsi ya da adli kontrol hükümlerinin kaldırılması değil garip olan.
Garabet bu adamın tutuksuz olması, cezaevinde olmaması.
Dinleyenlerin daha iyi anlaması açısından bir örnek vereyim, şöyle düşünsünler…
Öcalan yakalanıp getiriliyor.
İfade verirken başkalarının isimlerini veriyor, şu bana destek verdi, silahları bundan aldım falan diyor.
Öcalan serbest kalıyor, onun ismini verdiği herkes sanki Öcalan çok makbul bir adammış gibi tutuklanıyor.
Öcalan ise ortalıkta fink atıyor.
Durum tam bu.
Ama daha önce dediğim gibi, eninde sonunda bu işlerden ceza alması kesin tek kişi Aziz İhsan Aktaş.
İlginç olan ise şu: Özgür Özel adliyede iyi bir kaynağa sahip gibi.
İkide iki yaptı.
Mücahit Birinci’den sonra, Aktaş’ın ev hapsindeyken fıldır fıldır gezdiğini söyledi ve yakında yasağı kalkar dedi.
24 saat dolmadan haklı çıktı.
Yurt dışına kaçarsa şaşırmam.
8 korumayı belki de kaçmasın diye verdiler.
Unutmadan bir soruna yanıt vereyim.
Bunu birkaç gün önce sordun aslında ama ben dalgaya düştüm, yanıtlayamadım, unuttum.
Şimdi hatırlayınca hemen yanıt vereyim.
“Alaska’daki Trump-Putin zirvesine Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov‘un önünde CCCP, yani USSR veya Türkçesi ile SSCB yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği yazan, 35 yıl öncesinden kalma demode bir tişörtle gelmesi bir anlam ifade ediyor mu?” demiştin.
Bunu yorumlayan oldu mu bilmiyorum ama benim yorumum şu: Rusya, Batı’ya mesaj veriyor ve çok yakınımda oynaşıyorsun diyerek hatırlatma yapıyor.
Diyor ki; Azerbaycan-Ermenistan benim arka bahçem, bahçeme giriyorsun.
Ukrayna arka bahçem, bana arka bahçemde ne yapacağımı dikte etme.
Ve tehdit ediyor.
Özellikle Baltık Cumhuriyetleri’nin, Kafkas Cumhuriyetleri’nin, Orta Asya Cumhuriyetleri’nin aslında kime ait olduklarını hatırlatıyor.
Lebensraum’u hatırlatıyor.
Tüm bunlar olurken Türkiye giderek dışlanıyor.
Elbette büyük, önemli bir ülkeyiz ama Azerbaycan-Ermenistan masasında yokuz; Ukrayna masasında yokuz, yancıyız.
Gazze’de yokuz, Irak’ta yokuz.
Irak yüzünden milyarlık ceza yiyoruz, İran meselesinde yokuz.
Şunu da söyleyeyim, olmamız da şart değil ha.
Hatta belki de daha hayırlı olmamamız.
Emreciğim biliyorum ki sizin aklınız bende, benim de aklım sizde, dışarıdaki sevdiklerimde ve tüm ana babaların çocuklarında.
Bazen acaba içeride, yani hapiste olmak, dışarıda olmaktan daha güvenli mi diye düşünmüyor değilim.
Televizyon haberlerini izlerken gerçekten dehşete kapılıyorum.
Vahşi batıdan beter bir durum var.
Özellikle İstanbul’da ama ülkenin her yerinde sürekli bir silahlı adamlar, vuranlar, vurulanlar…
Küçükçekmece’de iki silahlı grup kalaşnikoflarla, makinalı tüfeklerle birbirlerine giriyorlar, dakikalarca çatışıyorlar.
Bayağı bir müsademe.
Esenyurt zaten bir felaket, her köşesinde ayrı olay.
Silahsız gezen yok zannederim.
Varoşları bırak, kentin merkezinde gündüz vakti silahların patlamadığı gün yok.
Konserde şarkıcı vuruyorlar.
Her yerde, Anadolu’nun her yerinde...
Güvenlikçi politikalar izleyen bir iktidar var ama ülke hiç olmadığı kadar güvensiz.
Ve kimsenin umurunda değil.
Yakalananlar anında serbest kalıyor.
Aklım almıyor ve sizler için, çoluk çocuk için ödüm patlıyor.
Politik çürüme ekonomik çürümeyi, ekonomik çürüme sosyal çürümeyi, sosyal çürüme şiddet sarmalını getiriyor.
Afganistan’da, Suriye’de, kimi Afrika ülkelerinde gördüğüm, sokaklarda elinde silahla gezenlerin görüntüsü bunun zirvesidir.
Biz henüz orada değiliz ama bu gelmeyeceğiz demek değil.
Allah korusun!
Kur Korumalı Mevduat denilen ihanetin sonuna geldik, “Bu iş Türkiye’ye 60 milyar dolar mı zarar ettirdi?” diye sormuşsun.
Hem doğru hem yanlış.
Bu Kur Korumalı zırvalığı, bazı cahiller tarafından kurtuluş formülü olarak getirildiğinde aralarında benim bulunduğum birkaç gazeteci ve çokça ekonomist bunun bir felaket getireceğini söyledik ve getirdi.
Keşke 60 milyar dolar olsa…
Bak Emre, faiz sebep enflasyon sonuç diye başlatılan sürecin sonucunda, Türkiye Kur Korumalı Kevduat yüzünden 60 ama sonrasında ekonomiyi kurtarmak için faiz arttırma yüzünden toplamda yaklaşık 350 milyar dolar kaybetti.
Biz KOİ projelerini eleştiriyoruz ya, onların ülkeye verdiği zarar 160 milyar dolar.
Bu Nas ekonomisinin zararı 350 milyar dolar.
Birinde pahalı falan ama en azından elde bir şeyler var, diğerinde para uçtu gitti.
Bazı ekonomistler “Para zengin AKP’lilere, bankada mevduatı olan zenginlere aktı” diyor.
Keşke öyle olsa.
Paranın büyük bölümü yurt dışına, Amerikan bankalarına, fonlara aktı gitti.
Türk halkının 300 - 350 milyar doları uçtu gitti.
Torunlarımız öder artık.
Bu Kur Korumalı Mevduatı kim önerdi ise ülkeye, fakire, fukaraya ve hatta AK Parti’ye bile ihanet etmiştir.
Asrın soygunudur!
Maliyeti KKM olarak 60 milyar dolar olsa da toplam maliyet 300 milyar dolardan fazladır.
Ne yazık ki hâlâ devam ediyor ve edecek.
Eski AK Parti Milletvekili Şamil Tayyar‘ın iddialı açıklamasına geçelim istersen.
Tayyar’ı DSP’li olduğu, DSP milletvekili olmaya gayret gösterdiği günlerden beri tanırım.
Adliye içinden aldığı bilgiye dayandığı izlenimi vererek İBB davaları ile ilgili iddianamelerin eylül ekim aylarında tamamlanmış olacağını, mahkemelerin iddianameleri kabul etmesi halinde yargılamaların yıl sonu gelmeden başlayacağını duyurdu.
Bunda yeni bir şey yok.
Birkaç hafta önce ben de dedikodulara dayanarak iddianamelerin eylül ekim gibi hazır olacağını söyledim ve acaba tek iddianame mi olacak, birden fazla iddianame mi olacak diye merak ettiğimi belirtmiştim.
Tayyar benim bu soruma da yanıt vermiş ve “4 iddianame olacak” demiş.
Bence asıl ilginç olan bu.
Ben bu yaklaşımdan bazı tutukluların davalar başladıktan kısa süre sonra serbest kalabilecekleri manasını çıkardım.
Şamil Tayyar’ın davanın başlama zamanı tahmini ve iddianame sayısı ile ilgili iddiası muhalifleri kızdırdı ama açıkçası ben pek kızamadım.
Bu bilgileri çeteleşmiş ve yargı borsasının parçası imiş izlenimi uyandıran trollerden duymaktansa, Şamil Tayyar gibi en azından daha ciddiye alınır birinden öğrenmek daha iyidir.
Hafta sonunda iktidarın hoşuna giden, yapılmasını istediği haberlerden biri de Zengezur Koridoru’ndan Türkiye ile Azerbaycan ve Ermenistan’ı demir yolu ile birbirine bağlama projesinin, Türkiye tarafındaki yaklaşık 250 kilometrelik demir yolu hattının temel atma töreniydi.
Bu hat elbette yapılmalı, elbette üç ülkenin de yararına ama Türkiye’nin tutarsız, uzun vadede hesapsız dış politikasını gizlemeye yetmiyor.
Bunu şundan söylüyorum Emre, biz yani Türkiye, geçen sene bu zamanlarda BRICS’e girme hesapları yapıyor; Çin, Rusya, Hindistan ile işbirliğine katılmak için çaba gösteriyor, halka BRICS’in ne kadar şahane bir şey olduğunu anlatıyorduk.
Şimdiyse ABD’nin, BRICS’in Avrupa’ya ulaşmasını engellemek için kurguladığı sistemin parçasıyız.
Stratejili bir bakış acısı olmayan anlık, günlük iç siyasi hesaplara dayalı bir dış politika savrukluğu içinde…
Hiç güven vermiyor.
Ne içeriye ne dışarıya.
Savruk, oradan oraya savrulan bir dış politika.
Demiryolu deyince aklıma, AK Parti’nin iktidar olduğu ilk günler geliyor.
Ulaştırma Bakanlığı demiryolu projelerinden söz ediyor, başta İstanbul-Ankara arasında olmak üzere büyük kentleri birbirine bağlayacak hızlı tren projelerinden söz ediliyor; benim gözümün önüne Avrupa’daki hızlı trenler, saatte 300 km’yi aşan süratlerle Ankara-İstanbul’u 1,5 saat, İstanbul-İzmir’i 2 saatte birbirine bağlayacak hatlar geliyordu.
O projelerden 25 sene sonraya kalan, onlarca kişinin ölümüne neden olan baştan savma demiryolları…
150 km-saat hıza ulaşınca mutlu olan, çağ dışı “hızlandırılmış tren” saçmalıkları kaldı.
Oysa o günlerde sanki Atatürk’ün, Cumhuriyet’in projeleri canlandırılacak diye amma sevinmiştik.
Bugün İstanbul-İzmir otobanı yerine İstanbul-İzmir süper hızlı tren yolu olsa çok daha iyi olmaz mıydı?
İsteyen otomobilini de trene yükleyip yazlık bölgelere ulaşsa fena mı olurdu!
AK Parti 23 yılı çok kötü harcadı, çokkkk…
Çok ilginç bir ülke, çok ilginç bir toplum ya da topluluğuz.
Dün televizyon izliyorum.
Bir orman işçisi orman yangını sırasında kendi yaşamını tehlikeye atarak 6 köpek yavrusunu yangından kurtarıp güvenli bölgeye taşımış, onları yaşatmaya çalışıyor.
Bir sonraki haberde ise İstanbul Valiliği, özellikle okul çevresindeki köpeklerin “toplatılmasını” yani itlaf edilmesini istiyor, emrediyor.
Peki hangisi biziz?
6 yavruyu kurtarmak için canını tehlikeye atan mı, o yavruların 1-2 yaş büyüğü köpeklerin öldürülmesini emreden mi?
Her ikisi de mi?
Galiba her ikisi bir arada.
Tanıdığım en iyi hayvan hakları savunucusunun aynı zamanda tanıdığım en geniş kürk koleksiyonunun sahibi olması da bundan herhalde!
Gülme ciddiyim.
Geçen haftalarda bahsettiğim beni ağlatan mektuplardan kesitler aktarmamı istemişsin.
İzin ver, bir iki gün düşüneyim.
Biliyorsun böyle şeylerden yani kendimle ilgili paylaşımlardan çok hoşlanmam.
Daha doğrusu utanırım.
Bir düşünmem lazım.
Emre, geçen gün ziyaretime gelen bir avukat bir şey anlattı.
Sosyal medya üzerinden saat satarak ünlü olan, daha sonra mücevher, ultra pahalı çanta ve en sonunda popüler sanat eserleri satan bir tip vardı.
İsmi lazım değil.
Tam bir görgüsüzlük ortamı yaratan, beni saatten soğutan bir tip ya da tipoloji.
Bu adam geçtiğimiz günlerde gözaltına alınmış, sorgusundan sonra serbest bırakılmış.
Her gün her biri birkaç 10 milyon lira değerinde saatler, çantalar satan bu vatandaşın gözaltına alınması değildi ilgimi çeken.
Avukat misafirim, bu tacirin son yıllarda yani popülaritesinin tavan yaptığı yıllarda ödediği vergileri söyledi, inanamadım.
Bu bilmem ne daymınd, 2022 yılında 45.000 TL, 2023 yılında yine 45.000 TL vergi ödemiş.
2024 yılında ise biraz insafa gelip 1.400.000 TL ödemeyi uygun görmüş.
Her biri yüz binlerce dolar olan saatler, mücevherler satan adam iki yıl yaklaşık 1000-1500 dolar, insafa geldiği yılda bile 35.000 dolar vergi ödemiş.
Aslında tam bu dönemin aynası.
Mesela şu tutuklanan avukat…
Evinin bahçesindeki 10 metrekare çimde golf oynayan, altın varaklı mobilyalarının arkasına cumhurbaşkanının fotoğrafını asarak kendince mesaj veren, o görgü abidesi müstesna kişilik kaç lira vergi vermiş, doğrusu çok merak ediyorum.
Ya da aynı operasyonda tutuklanan SMR Grup patronu Semra Ilık…
Emreciğim, yine birçok konuya değindik ama en önemli konulardan biri olan komisyon meselesini unuttuk ya da sonlara kaldı.
Komisyon artık lafı bırakıp gerçekten çözüm olacak meselelere, kararlara, tavsiyelere odaklanmalı.
Yoksa süreç heba olacak ama gündeme o kadar çok mesele sokuluyor ki, komisyonu, çözüm sürecini konuşmaya vakit kalmıyor
Milliyetçi Hareket Partisi başlattığı sürecin toplumsal desteğini sağlamak, sürecin oy kaybına dönüşmesini engellemek için bir dizi toplantı başlattı, süreci anlatıyor.
Prof. İlyas Topsakal’ın anlatımının bir bölümüne denk geldim.
İlyas Hoca hamasetsiz, güzel anlattı bakışlarını.
Ama benim görebildiğim kadarıyla iktidar partisi bu süreci göğüslemekte zorlanıyor ve süreci sanki ucundan tutuyor, taşımaya utanıyor gibi.
Ve içimden bir ses yakın zamanda CHP’yi tahrik ederek komisyondan kaçırmak ve süreci bitirip suçu CHP’ye atmak isteyecekler diyor.
Göreceğiz.
Bence bu fırsat iyi bir fırsattı.
MHP’nin bu süreci başlatan olması, süreci en fazla bombalayacak tarafın, süreci yürüten ve başlatan taraf olması önemliydi.
Sen de bana şunu sormuşsun: “Sürekli Kürt sorunu deniyor. Kürtlerin ne sorunu var, ne isteyip de yapamıyorlar, ne isteyip de olamıyorlar, ne istiyor da alamıyorlar?”
Haksızsın diyemem.
Aslında yanıt Süleyman Demirel’in yıllar önce söylediği cümlede saklı.
Şöyle der Demirel: “Kürtlere kötü davranıyoruz diye kızıyorlar, sanki Türklere iyi davranıyoruz.”
Zaten tam da bu nedenle CHP’nin komisyonda olmasını ve komisyona demokrasi gündeminin de sokulmasını destekliyorum.
Mesele şudur Emre, eğer bir kalabalık grup “Benim sorunum var” diyorsa sorun vardır.
Şimdi biz ne diyoruz “Türkiye’de adalet, demokrasi sorunu var”.
Ama AK Partili biri çıkıp “Hayır, yok” derse biz “Ha evet sorun yok” mu diyeceğiz.
Kağıt üzerinde, yasalarda sorun görünmüyor diye sorun yok diyemeyiz.
AK Partili fanatik biri bizi anlamıyor diye biz sorunsuz olmuyoruz.
Mesele anlamaya çalışmak.
Kürt, Türk fark etmez aslında.
Hepsinin çözümü demokrasi, insan hakları, adalet ve liyakatte.
Elbette durumu çok iyi olan, çok iyi pozisyonlara gelen, zenginleşen Kürtler var.
Hem de çok var.
Ama bu sorunum var diyenlerin sorununu anlamaya çabamızı engellemez.
Bunu ileride daha detaylı konuşuruz.
Ama DEM Parti’nin gerçeği anladığını görüyorum!
Silivri haberlerine gelirsek, geçen hafta maç yayınlarının başladığını, cezaevinin beİNSports aboneliğini yenilediğini söylemiştim.
Cuma günü Galatasaray yönetimine yakın bir ziyaretçim vardı, anlattığına inanamadım.
beİNSports kurumsal aboneliklere yüzde 500’e yakın zam yapmış.
Galatasaray Kulübü’nün kurumsal aboneliği için geçen yıl aldıkları ücreti 5 hatta 6 katına çıkarmışlar.
Kulüp “Bu ne ya böyle zam mı olur” deyince de “Ama bu yıl Osimhen’i, Icardi’yi izleyeceksiniz” demişler.
Sanki kendileri kulüplere bu iş için ekstra para ödermiş gibi.
Ayıp ya…
Dalga geçiyorlar resmen.
Spordan söz etmişken cezaevinde bile herkesin bana sorduğu bir konu var: Barış Alper Yılmaz.
Yönetim ne yapmalı, bıraksınlar gitsin mi, yoksa kalsın mı?
Barış Alper’in yurt dışına transferi yıllardır konuşulan bir konu idi ama bir türlü beklenen teklif gelmemişti, bu kez geldi.
Barış’a yılda 10 milyon, Galatasaray’a da 40 hatta belki 50 milyon Euro veren bir kulüp var.
Burada 4 yıllık bir sözleşmede Barış’ın cebine fazladan 30 milyon Euro girecek.
Az para değil.
Galatasaray ise Osimhen’e verdiği paranın üçte ikisini alacak.
Bu saatten sonra yönetim saçma sapan işler yapıp kadro dışı falan gibi saçmalıklar yapmasın.
Alsın parayı, öpüp koklayıp teşekkür edip yollasınlar çocuğu.
Aksi taktirde hem paradan olurlar hem Barış’tan.
Ayrıca şunu da söyleyeyim.
Icardi’ye yılda 12, Osimhen’e 20 milyon verirsen diğer futbolcular da artış isterler, normaldir.
Açık söyleyeyim Barış Alper satılmalı, yoksa yazık olur.
En pahalı Türk futbolcu olacak, bırakın olsun.
Emreciğim bu Silivri zindanında 2 ayımı doldurdum.
İki ay insanın bir yere intibakı için gereken süre ama ben buraya daha hızlı intibak ettiğimi düşünüyorum.
Fakat ihtiyaçlar piramidi cezaevinde de olsan kendini gösteriyor.
Yeme, içme, barınma meseleleri çözüldü.
Belirli bir düzen, bir rutin oluştu.
Sistemi öğrendim, alıştım.
Gerçi buradakiler “Fazla alışma” diyorlar ama sonuçta ortam hayatınızı belirliyor.
Ancak dediğim gibi ihtiyaçların piramidi devrede.
Çatal bıçak, yemek takımı, tabak takıntımı aştım, sorun yok.
Elektrik süpürgesini hala istiyorum.
Ama asıl ne istiyorum biliyor musun?
İki aydır canımın çektiği, kulağımın duymak istediği bir müziğe hasretim.
Arada TRT 2‘de birkaç konsere denk geldim ama kitap okurken arkada çalabileceğim, akşam keyifle dinleyebileceğim bir müzik yok.
Büyük eksiklik…
Ne kadar önemli olduğunu müziğin burada çok daha iyi anlıyorsun.
Bazı şeyler o kadar girmiş ki hayatına, hayatından aniden yok olunca daha iyi anlıyorsun değerini.
Vallahi öyle McIntosh amfiye bağlayıp dinleyeceğim bir pikap ya da basit bir Naim falan değil basit bir hoparlör ve ona müzik sağlayacak ucuz bir MP3 benzeri bir kaynağa razıyım.
Şuradaki duvara, çalışma odamdaki tablolardan ikisini koysam, avluda beş-altı saksıda birkaç çiçek yetiştirsem, odada bir hava temizleme makinesi olsa, şu tuvaletten gelen garip kokudan kurtulsam, bir müzik kaynağım olsa, bir de elektrikli süpürge…
Keyfim çok iyi olacak.
Şunu düşündüm.
Cezaevi bundan 40 yıl öncesine göre daha fazla cezaevi aslında.
Düşünsene 50 yıl önce cezaevinde bilgisayardan yoksun değilsin, telefondan yoksun değilsin; Spotify yok, yoksun değilsin.
Zaten burada zaman durmuş gibi.
50 yıl öncede kalmış bir hayat.
Bazı açılardan fena değil.
Telefon yok, sosyal medya yok, mail yok, WhatsApp yok, SMS yok...
Mesela hala odadan çıkarken sanki anahtarı unuttum gibime geliyor.
Oysa anahtar infaz korumada, üzerine kilitliyorlar zaten!
Burada en çok yaptığım şey okumak.
Haftada iki kitap bitiriyorum, bazen üç.
Bu hafta ziyaretime Cihat Yaycı amiralim gelmişti.
Beni görünce gözyaşlarına boğuldu.
O ağlayınca ben de ağladım, ağlaştık biraz.
Çıkışta beni kebapçıya götürecek.
Gelirken de iki kitabını getirmiş.
Birini daha önce okumuştum, “Uyan Türkiyem”i
“Mavi Vatan: Bir Harita ve Bir Doktrin Kitabı - Türkiye'nin Denizlerdeki Misak-ı Millisi”ni haftaya okuyacağım.
Bu hafta sevgili Umur Talu’nun “Beyoğlu” adlı kitabını okudum.
Gençliğimi, çocukluğumu hatırlattı bana.
Çok daha kozmopolit ya da batılı kozmopolit olan Beyoğlu’nu...
Umur abi de Galatasaray liseli, benden beş sınıf büyüktü ama aynı anılar…
Talu ailesi zaten çok yakınım.
Umur abinin yeğeni Zeynep Talu canımız, ciğerimiz, arkadaşımız.
Eren Talu desen canımın içi, 45 yıllık dost.
Üstelik o da mektepli.
Babası Erdem abi, Umur abinin de abisi, rahmetli…
Daldan dala atlıyorum Emre, bugün kafam karışık galiba.
Bu hafta Umur Talu’nun kitabını okudum dedim nereye geldik.
Serdar Turgut’un “Trump ve Zamanın Sonu” adlı son kitabı da bu hafta bitti ama haftaya damgasını vuran kitap Feldmareşal Moltke’nin “Türkiye Mektupları” oldu.
Ben bu kitabı şimdiye kadar nasıl okumamışım, kendime çok kızdım.
1835-1839 yılları arasında yüzbaşı rütbesinde iken gezmek için geldiği Türkiye’de, Sultan II. Mahmut tarafından Türkiye’de kalması istenen Helmut Von Moltke muazzam bir dönem portresi çiziyor ve tarafsız, çok uzman bir gözle müthiş bir 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin SWOT analizini yapıyor.
Herkes mutlaka okusun.
Bu kitabı bana getirme nezaketini gösteren Avukat Bayram Saral’a gerçekten çok teşekkür ediyorum.
Kalın sağlıcakla Emre...
Hepinize, herkese iyi haftalar diliyorum.
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar