Silivri Günlüğü - 50
Fatih Altaylı
Eylül 1, 2025
Yazı İçeriği
Silivri Günlüğü - 50
Silivri Günlüğü - 50
Nasılsın Emreciğim, iyi geçti mi hafta sonun?
Geçmiş bayramın kutlu olsun!
Cuma günü biraz rahatsızlandığını işittim, umarım şimdi iyisindir.
Ben de fena değilim…
Geçen gün avukat görüşmesindeyken yan kabindeki bir avukat ensemde bir morluk olduğunu söyledi, şaşırdım.
Bir yere çarpmamıştım; acı, ağrı falan da olmadığı için önemsemedim.
Cuma akşamı infaz koruma memuru arkadaşlardan biri de aynı şeye işaret edince cumartesi sabahı doktora görünmek istedim.
Ama hafta sonunda mümkün olmadı.
Allah var hemen ilgilendiler, Silivri Devlet Hastanesi’ne götüreceklerini söylediler cezaevi yönetiminden ama pazartesiye kadar beklerim dedim.
Hafif bir yanma, bir tahriş hissi dışında bir şey yok.
Bugün baktıracağım inşallah.
Bunun dışında hafta sonu sakin geçti.
Genelde hücremde vakit geçirdim.
Kitap okudum, televizyon seyrettim, yazı yazdım.
Siyasetten fenalık geldiği için olsa gerek biraz da avukatımın sohbet konularına girip yanıt verebilmek için magazin programlarına baktım, biraz da gündüz kuşağı programlarını izledim.
Emre, izlediklerime gerçekten inanamadım.
Bu programlar nasıl yapılıyor, o insanlar o hikayeleri nasıl anlatıyor, bunu nasıl kameralar önünde milyonlarca kişiye göstermekten çekinmiyor, televizyonlar bunları nasıl yayınlayabiliyor ve denetim kurumları bunların yayınlanmasına nasıl ses çıkarmıyor anlamak mümkün değil.
Eskiden Amerikan televizyonlarında “Jerry Springer Show” diye rezil bir program vardı, tam bir rezillikti.
Redneck denilen kültürsüz orta Amerikalıların her türlü pisliğini sergilendiği bir rezaletti.
Anlatamayacağım kadar büyük iğrençlikti.
Springer programa yönelik eleştirilere “Amerikan sosyolojisinin sorumlusu ben değilim” yanıtını verdi ama sonunda programa biraz çekidüzen vermek zorunda kalmıştı.
Sana şu kadarını söyleyeyim, bizdeki bu sabah ya da öğlen kuşağı programlarının yanında Jerry Springer Show emin ol çocuk programı gibi kalır.
Her türlü ahlaksızlık, üstelik de çok muhafazakar görüntülü aileler arasında çok normalmiş gibi yaşanıyor.
Şeytanın aklına gelmeyecek cinsel fanteziler, fantezi ötesine giden ahlaki yozlaşmalar sanki marifetmiş gibi sergileniyor.
Muhafazakar, inançlı görüntü ardında türlü rezillik gözümüze sokuluyor.
Mide bulandırıcı!
Bak Emre, böyle şeyler her toplumda yaşanabilir, olmaz demem.
Ama fütursuzca, sanki marifetmiş gibi ekranlarda anlatılması; gençlere, başka çiftlere sanki normal sıradan yaşam tarzlarıymış gibi neredeyse örnek gösterilmesi, en hafif tabiriyle normalleştirilmesi gerçekten olacak iş değil.
Ahlak dışılığın bu kadar alenileşmesi, bu kadar fütursuzca sergilenmesi Türkiye’nin muhafazakar olarak bilindiği bir dönemde muhafazakarlık arkasına saklanmış rezaletin işlenebilmesi akıl alır gibi değil.
Bu mudur bizim ananemiz, toplumsal değer yargılarımız!
Biliyorsun ahlak bekçisi falan olma derdim yoktur ama bu ne ya kardeşim!
Bu kadar vahim ve rezil olmamakla beraber, bir başka sabah ya da öğlen kuşağı türü var: Yemek programları!
Bir grup sırayla evde yemek yapıyorlar, birbirlerini ağırlayıp not veriyorlar.
Ancak sadece not verseler iyi…
Kendilerini evinde ağırlayan insana ağır eleştiriler, hakaretler…
Yahu bu mu bizim ananemiz, bu mu kardeşim!
Bizim kültürümüzde birinin evine yemeğe davetliysen dünyanın en kötü, en lezzetsiz yemeğini yesen bile teşekkür edersin; eline sağlık dersin, ağzından tek kötü laf çıkmaz.
Ayıptır, günahtır!
İnsanlara böyle bir kültür mü göstermek istiyoruz, çok çirkin değil mi!
Ben mi yanlış düşünüyorum Emre?
Bunları niye izliyor insanlar onu da anlamakta zorlanıyorum…
Emre, yemek demişken aklıma geldi.
Açıklanan verilere göre, Türkiye Avrupa’da ve kendi oranında gayrisafi yurt içi hasılaya sahip ülkeler arasında et tüketimi konusunda son sırada.
Vatandaş et yiyemiyor, Avrupa’nın en uzak ara en az protein tüketen ülkesiyiz.
Hatırlarsan 1, 2 ay önce burada Türklerin giderek daha kısa boylu ve kötü beslenmeden ötürü daha sağlıksız ve daha düşük zekalı bir topluma dönüşme riski var demiştim.
Şimdi sizinle birkaç şeyi paylaşacağım.
Hepimiz biliyoruz ki Türkiye, özellikle de büyük şehirlerimiz, dünyada et fiyatlarının en yüksek olduğu yer.
900 TL civarı kıyma ve kuşbaşı fiyatı var; bu Amerika’da yaklaşık 450 TL, Avrupa’da 500-550 TL civarı.
Satın alma gücüne göre düşünürsen durum daha vahim olur.
Ve Türkiye et fiyatlarının daha da artmasını engellemek için giderek artan miktarda ithalat yapıyor.
2021 yılının Ocak-Temmuz döneminde 175 milyon dolarlık ithalat yapılmış.
2022’nin aynı döneminde 62.9, 2023’te 468, 2024’te 402, 2025’te 764.4 milyon dolar…
Bunlar 7 aylık dönemler.
Tarım her yönüyle bitiyor, üretim düşüyor, tarımın her alanında hayvancılık zaten zorda idi.
Şimdi bir de şap çıktı.
Peki niye?
Çünkü AK Parti 23 yıldır istikrar diyerek iktidar ama kendi içinde istikrarsız.
AK Parti iktidarı ilk dönemde bence çok iyi bir tarım bakanı göreve getirdi.
Bakanlığı bilen, tarımı bilen birini…
Bakan uzun vadeli, tutarlı görünen bir planlama yaptı; sonra görevden alındı.
Yerine gelen yine AK Partili bakan, aynı partiden olmasına rağmen eski bakanın yaptığı her şeyi çöpe attı.
Sil baştan, her şeyi yeniden…
Üstelik de iyi program çöpe atıldı, kötü politikalar başladı.
Bahsettiğim iyi bakan Mehdi Eker.
Bakanlık, sonra işi bilen bakan görmedi.
Tarım da çöktü haliyle.
Mehdi Bey kalmasa bile başlattığı sistem geliştirilerek sürdürülseydi tarım bu hale gelmezdi.
Yani, aynı partinin iş başında kalması her zaman istikrar demek değil.
Türkiye’de tarımdaki bir başka önemli sorun da teşvikler.
Zaten az ve daha kötüsü, dağıtımında büyük hatalar var.
Hiçbir işe yaramayan, üretimi ve verimliliği artırmaktan uzak, sokağa para atan manasız bir tarımsal teşvik…
Envanterin yok, teşvik dağıtıyorsun.
“Futbol konuşmak istemiyor ama Mourinho’nun kovulması için ne diyor?” demişsin.
Portekizli teknik direktör Türkiye’ye geldiği günden beri Türk futboluna, kendi takımına, rakip takımlara sürekli hakaret ediyordu.
Geçen sezonun son haftalarından bu yana da kendini kovdurmak için elinden geleni yaptı.
Aslında çoktan gönderilmeliydi, Fenerbahçe’ye hiçbir şey katmadı.
Baktı kovulmuyor, en sonunda yönetime alenen hakarete başladı.
Ali Koç da kovdu.
Mayısta kovulmalıydı.
Ama şunu söylemezsem çatlarım.
Kulüp başkanlığı yapan koca koca iş adamları kendi şirketlerini bu kulüpleri yönettikleri gibi yönetseler şirketleri 2 yıla kalmadan batar.
Emre, Sömürge Valisi Barrack’ın tutarsızlıkları dikkatini çekiyor mu?
Tam Trump‘ın adamı!
Bir dediği bir dediğinin tam zıttı olmaya başladı.
Geçen haftalarda YPG’ye “Ya hizaya gelir, merkezi hükumete katılırlar ya da bedelini öderler” diye tehditler savuran Barrack
şimdi de “YPG bizim müttefikimiz. IŞİD’e karşı kahramanca savaştılar. Bizim için çok önemli ve değerliler” demeye başladı.
ABD’nin YPG baskısı bitmez diyoruz ve hep haklı çıkıyoruz
Acaba bu sözlerden sonra bizim Dış İşleri’nin YPG tavrı ne olacak?
Son olarak sert çıkıyorlardı.
Mülayimleşirler mi?
Barrack ise beni hep haklı çıkarıyor.
Aslına bakarsan AK Parti’nin genel olarak hatalı bir tavrı var.
Her şeyi çok sert eleştiriyor sonra da uluslararası politikanın gereği yumuşuyorlar ama aradaki fark o kadar büyük olunca fatura da ağır oluyor.
Bak şimdi de Libya’da Hafter ile görüşüyorlar.
Görüşmesinler demiyorum, görüşebilirler ama başta hep gereksiz bir sertlik…
Neler dediler Hafter’e, şimdi tornistan…
Dış politikada bu hatayı yıllardır yapıyorlar, durduk yere Türkiye’nin gücünü kullanmasını, güç derken yumuşak gücünü, diplomatik gücünü kullanmasını zorlaştırıyorlar.
Baştaki güç gösterisi bir süre sonra güçsüzlük gösterisine dönüşüyor hiç gereği yokken.
Her sözü yüksek tondan söylemenin alemi yok.
AK Parti’de böyle bir tavır var.
İç politikada bunun geçer akçe olması, onlara bu hatayı her seferinde tekrarlama cesareti veriyor.
Gördüğüm, daha doğrusu anladığım kadarıyla hafta sonu haber kanallarını izlemişsin ve “CHP’nin adayı Mansur Yavaş mı olacak yoksa Mansur Bey adaylıktan vaz mı geçti?” diye merak etmişsin.
Haklısın, medyada özellikle de muhalefetteki medyada “İmamoğlu’nu yargı oyunları ile aday yaptırmayacakları belli oldu. Bu durumda aday Mansur Yavaş mı?” sorusu soruluyor, CHP’lilerde ise “Mansur Bey öne çıkmalı” beklentisi var.
Birkaç hafta önce Mansur Bey ile burada uzun uzun konuştum.
Şunu da anlattım: Mansur Yavaş “Ekrem İmamoğlu hala adayken ben öne çıkamam, çıkmam” demişti ve Özgür Özel’in de aday olabileceğini söylemiş, kendisini de özelden sonraya koymuştu.
Açık söyleyeyim çok öne çıkma heveslisi değildi.
Ancak bu Mansur Bey’in kişilik özelliği…
2023 seçimlerinde de istekliydi ama kendini asla öne atmadı.
Benim asıl söylemek istediğim, daha doğrusu sormak istediğim şu:
“Ne acelemiz var?”
“Ekrem İmamoğlu acele ettiği, erken çıktığı için başına bunlar geldi” diyenler, şimdi “Mansur Yavaş niye adaylık için gayret göstermiyor?” diye eleştiriyorlar.
Mansur Yavaş aday olur mu olmaz mı bilemem ama seçime 3 yıla yakın zaman, en azından 26-27 ay varken muhalefet niye aday belirlesin?
Hele hele iktidar kanadı 23 yıldır ilk kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aday olup olamayacağını konuşurken, Akit gibi bir gazetede bile Sayın Erdoğan için “Artık bırakın, Hakan Fidan’a yol verin” diye köşe yazılırken muhalefet niye şimdi aday konusunda erkenci davransın?
Ayrıca şu an için İmamoğlu’nun adaylığının önündeki tek engel diploma iptali.
Bu idari karar yargıdan dönerse niye İmamoğlu aday olamazsın?
Normal bir yargı sürecinde İBB davası 2028 ya da 2027 seçimlerine kadar kesinleşemez, zaman yetmez.
O nedenle diploma ve hakaret davaları şu an için daha önemli.
Mansur Yavaş aday olacaksa bile niye şimdi açıklasın?
Diploması iptal edilsin, hakkında davalar açılsın diye mi?
Sonuçta halkın tanıdığı, bildiği bir isim; seçime üç ay kala adaylığını açıklasa da fark etmez.
O güne daha çok var!
Bakarsın zaman başka başka isimler getirir o güne kadar.
Tabii Mansur Yavaş’ın adaylığı arzulanıyorsa, CHP kendisine destek olmalı, cesaretlendirmeli.
Bir diğer sualin de Milli Eğitim Bakanlığı’nın karma eğitime darbe vurduğu söylenen uygulamaları…
Kız okulları açmaya başlaması laiklik tartışmalarını da beraberinde getirmiş.
Bu soruya yanıt vermek için doğru kişi miyim emin değilim…
Niye dersen, sonuçta ben de erkeklerin ayrı kızların ayrı okuduğu bir okuldan, Galatasaray Lisesi’nden mezunum.
Galatasaray Lisesi 1970’lere kadar bir erkek okuluydu.
1960‘ların sonunda kız öğrenci almaya başladı ama kızlar Ortaköy’de, şimdi üniversite olan okulda; erkekler ise Beyoğlu’ndaki mektepte ayrı ayrı okuduk.
Karma ama karma olmayan bir okuldu.
Biraz geçmiş anlatayım…
Gerçi geçmişi anlatmak bana pek yaramıyor ama yine de anlatayım.
Geçen hafta Alman Subay Moltke’nin 19. yüzyılda Anadolu’yu ve Osmanlı ülkesini anlattığı kitabını önermiştim.
Okuyup Cumhuriyet’in nasıl bir ülke alıp, nasıl kalkındırdığının anlaşılması için…
Cumhuriyet kurulduğu sırada Türkiye’de Müslüman teba arasında okuma yazma oranı %10 bile değildi, Anadolu’daki toplam lise sayısı 20’yi bile bulmuyordu.
Bir mecburiyet olarak çağdaş eğitime geçmiş ve batılı metotları benimsemiş askeri okullar dışında doğru düzgün bir eğitim yoktu.
Cumhuriyet’i kuran kadroların büyük oranda asker kökenli olması boşuna değildir.
Eğitimin en iyi olduğu yer orası idi ve bunun dışında dar bir kadro doğru düzgün eğitim alabiliyordu.
Hal böyle olunca kadınlar için durum daha kötüydü.
Kız çocukları arasında eğitime katılma oranı düşük, okuma yazma oranları ise kadınlar arasında tam bir felaketti.
Bunun temel nedeni, muhafazakar ailelerin kız çocuklarını okula yollamaktan imtina etmesiydi.
Hatta muhafazakar olmayan aileler bile geleneksel olarak kız çocuklarını okula pek yollamıyor, özellikle ilkokuldan sonra kızların eğitime katılma oranı sıfıra yaklaşıyordu.
Cumhuriyet, kadınların bu dezavantajnı ortadan kaldırmak ve kızları eğitime katmak için iki formül geliştirdi.
Bunların biri kız liseleri, diğeri ise kız enstitüleri idi.
Kız liseleri tüm büyük kentlerde, kız enstitüleri ise tüm Anadolu’da yaygın biçimde açıldı.
Kız enstitülerinin genç kızlara aile ekonomisi ve yemek, dikiş, nakış gibi temel becerileri kazandırmak ve basit bir kültürel altyapı oluşturmak gibi bir gayesi vardı.
Kız liseleri ise sadece kız öğrenci kabul ediyor ve bunlara çok üst düzey bir eğitim veriyordu.
Mesela İstanbul’da İstanbul Erkek Lisesi sadece erkek öğrenci alırken, kızlar için İstanbul Kız Lisesi vardı.
Bu köklü okul galiba şimdi Cağaloğlu Anadolu Lisesi oldu.
Keza yine İstanbul’da Beşiktaş Kız Lisesi, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi vardı.
Bunların muadilleri Ankara, İzmir, Adana gibi kentlerde de açılmıştı.
Bu okullar 1980’lerde karma hale getirildi.
Şart mıydı?
Ülke genel olarak karma eğitimi kabullenmiş görünüyordu.
Ancak şunu söylemeliyim, mesele biçim değil içerik.
Karma ama çağ dışı bir eğitim, karma olmayan ama modern çağın gereklerini kapsayan bir eğitimden iyi değildir.
Bugün Avrupa, İngiltere ve Amerika’da hala karma olmayan okullar var.
Pek çok köklü geleneksel okul, ne bileyim mesela ünlü Eton Collage karma değil ama eğitim son derece çağdaş.
Mesele zarf değil mazruf.
Başında Yusuf Tekin’in olduğu, müfredatı Tekin kafasının belirlediği bir okul karma olsa ne olur karma olmasa ne olur.
Bence içerik daha önemli fakat erkeklerden ibaret bir okuldan mezun biri olarak şunu söyleyebilirim, biz okulda kızların olmasına hep karşıydık.
Ananenin, 100 yıllık geleneğin sürmesinden yanaydık.
Ne var ki şu da bir gerçek; erkek lisesi bir travmadır, bunu sonra fark ettik.
Meclis’te Gazze Olağanüstü Oturumu da yapıldı.
CHP lideri olağanüstü oturum çağrısı yaptığı zaman sert tepki gösteren Devlet Bahçeli de oturuma ilk teşrif edenler arasındaydı.
Gazze Özel Oturumu’nu başından sonuna kadar izledim.
Ne yalan söyleyeyim çok da hoşuma gitti.
Niye biliyor musun?
Bu ülkede hala epeyce bir vicdan olduğunu gördük.
Çünkü bu konuda epey bir şüphemiz vardı.
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un konuşması gayet güzeldi.
Kurtulmuş hala vicdanını koruyan iyi bir insan, çok belliydi konuşmasından.
Keza Özgür Özel, Türk halkının sadece İslami nedenlerle değil aynı zamanda insani nedenlerle de Gazze’ye niye gerçekten sahip çıkması gerektiğini anlattı.
Her iki konuşmada da, ama özellikle Özgür Bey’in konuşması sırasında, gözlerim ıslandı.
Oturum işe de yaradı.
Türkiye geç de olsa Gazze’ye havadan insani yardım yollama kararı aldı.
Tabii bu gerçekleşinceye kadar Gazze’de Filistinli kalacak mı emin değilim.
Keşke Türkiye Orta Doğu’da herkesle konuşabilen tek ülke olma konumunu koruyabilseydi.
Bugün Gazze’de ölüme mahkum edilen insanlara daha fazla faydamız olabilirdi.
Ben yine de Meclis’te gördüğüm vicdan uyanışından memnunum.
Çünkü son yıllarda en büyük kayıp orada.
Toplumu en çok rahatsız eden bu vicdan eksikliğiydi çünkü.
Ve her yerde…
Mesela şöyle bir şey söyleyeyim…
Bazen yargı kararları ya da idari kararlar hukuki olabilir.
Ama hukuki olan her şey vicdani ya da ahlaki olmayabilir.
Asıl olan bu üçünü bir arada tutabilmektir.
Emre, bugün adli yıl başlıyor.
Adli yılın başlaması ilk kez bu kadar geniş bir ilgiye mahsar olacak.
Çünkü halkın merakla beklediği ve izlediği pek çok soruşturma adli yıl ile birlikte inşallah davaya dönüşecek.
CHP açısından da İBB davaları dışında Kurultay Davası diye bilinen dava da dahil olmak üzere, 8 önemli dava var Eylül ayı içinde.
Kurultay Davası’na etki etmesi muhtemel bir dava olarak, İstanbul İl Kongresi ile ilgili iddianamesi yazılan dava önemli ancak somut delil açısından zayıf görünüyor.
Kurultay ya da butlan davası ise bence 15 Eylül’de bitmez.
Bu dava zaten YSK’nın alanına tecavüz ve yasal olarak kurultayı yok sayma yetkisi yok.
İster asliye ceza baksın, ister ağır ceza…
Zaten kimin bakacağı da ayrı bir tartışmanın konusu hala.
O dava 15 Eylül’de de sonuçlanmaz.
Zaten maksat sonuçlanması değil, sürerek rahatsız etmesi…
Bence iktidar, o davayı genel seçime yakın bir zamanda sonuçlandırmayı tercih eder.
Emre, yargı eleştirileri konusunda iktidar muhalefete kızıyor ve Bakan Bey “Yargı bağımsızdır” deyip duruyor ama Almanya’dan gelen karar konusunda bir şey diyemiyor.
Casper çetesinin lideri Almanya’da yakalanıyor, Türkiye kırmızı bültenle arıyor ve Alman Mahkemesi Türkiye’de bağımsız ve adli yargılama yok diyerek çete liderini Türkiye’ye iade etmedi.
Siyasi suçlu falan olsa anlarım da bu basit suç örgütü.
Siyasi tarafı yok; uyuşturucu, cinayet gibi suçlar…
Onu bile “yargı adil değil” diye iade etmiyorlar.
Bunu kabullenmek zor.
Bugün Milli Beraberlik, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’ndan hiç bahsetmedik.
Toplumun bir kesiminde bu konuda haklı bir duyarlılık ama aynı anda abartılı bir paranoya seziyorum.
Duyarlılık PKK’lıların affı konusunda…
Bu iş, yani terör başladığından beri, yani 40 yıldır, terör biterse bir af olasılığı hep gündemdeydi.
Hissi anlıyorum, hiç itirazım yok ama bir yer gelir bağrına taş basarsın; gelecek nesiller için yutkunarak o acıyı içine gömersin.
Aksi sonsuza kadar bitmeyecek acılar.
Kolay mı, değil elbet ama sonsuz bir şey olamaz.
Bölünme korkusu ya da paranoyasına gelince…
Çok sevdiğim bir cümle vardır “Paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez” derler.
Türkiye’nin bir bölünme riski var mıdır?
Vardır, aksini iddia edemem.
Ama Türkiye’de yaşayan Kürtlerin, %95’inin Türkiye’yi bölmek istediğini hiç düşünmüyorum.
Hatta şöyle söyleyebilirim; kovsan gitmezler, ayrıca kim kimi niye kovsun…
Türkiye bölünecek olsaydı, daha doğrusu Türkiye PKK terörü ile bölünecek olsaydı 42 yıldır çoktan bölünürdü.
En fazla Kürt İstanbul’da yaşıyor.
İzmir, Antalya, Ankara, Ege kıyıları, Muğla…
Bu kentlerde milyonlarca Kürt kökenli vatandaşımız var.
Bölünmek isterler mi!
Paranoya değil, Türkiye asla bölünmez iddiasında olamam ama Türkiye’yi Kürtler ya da PKK terörü böler diyemem.
Bak bir şey anlatayım…
28 yıl önce Öcalan’la röportaj yaptım.
Döndüğümde devletten çağırıp izlenimlerimi sordular.
“Bıkmış, yorulmuş, bölmek falan istemiyor. OHAL Valisi yapsanız terörü bitirmek için devreye girer” dedim.
Bugün de PKK’nın Türkiye’yi böleceğine, daha doğrusu Kürt siyasetinin Türkiye’yi bölmek gibi bir derdi olduğuna inanmıyorum.
Bu nedenle sorunları etnisite değil demokrasi, insan hakları, hukuk, adalet üzerinden tartışalım diyorum.
Bak yine Moltke’nin Osmanlı Türkiyesi ile ilgili notlarından bir cümle çok çarpıcı…
Prusyalı Subay yanındaki Osmanlı paşalarıyla Türkiye’de geziyor,
ayaklanma bastırmak maksatlı operasyonlara katılıyor.
II. Mahmut dönemi…
Her yer kaynıyor, huzursuzluklar dizboyu…
Ama Doğu ve Güneydoğu’da olmak üzere vergide hakkaniyet, müsellimlerin keyfi uygulamalarının sona ermesi ile ilgili, mal mülk garantisi konularında bazı gelişmeler var
Moltke şu cümleyi yazıyor: “Bab-ı Alinin, adil olmanın sadece adalet değil aynı zamanda akıllıca ve menfaati uygun olduğunu kabule başladığını görmek, sevinilecek şey”
Tam 190 yıl önce, adil olmanın önemi ve etkisi ile ilgili çarpıcı bir anlatım.
Emre be, bu kadar siyaset konuşmak ne yorucu değil mi!
Keşke daha keyifli şeylerden söz etsek…
Vallahi hafta sonu programlarını, otomobil çekimlerini özlüyorum.
Siyasetle ilgili son bir şey söyleyip konuyu kapatacağım.
Biliyorsun her eylül ayında olduğu gibi bu eylül ayında da, eylül ortalarında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yıllık açılış toplantısı oluyor ve dünya liderleri orada buluşuyor.
Bu yıl bu açılış ekstra önüme sahip, çünkü pek çok ülke ama özellikle İngiltere ve Fransa gibi Güvenlik Konseyi Üyesi 2 büyük ülke bu açılışta Filistin Devleti’ni tanıyacaklarını açıklamışlardı.
Bu ülkeler bunu ABD’ye rağmen yapacakları için de “yürek mi yediler” dedirtiyordu ve Amerika da bu tanımadan pek de mutlu olmadığını sertçe bildirdi.
Ve şimdi Trump ne yaptı?
Filistin heyetinin Birleşmiş Milletler toplantısına katılmasını engellemek için 80 Filistinli devlet adamının vizelerini iptal etti.
Bu aslında yasal değil.
Birleşmiş Milletler New York’ta olduğu için üye ülkelerin diplomatlarına izin vermeme hakkı yok.
Ama hak değirmende olur, Trump’ta değil!
Bu durumda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tepki olarak New York yerine Cenevre’de toplanabilir ve toplanmalı.
Bu işler Trump gibi bir zirzopun keyfine bırakılamaz!
Ki geçmişte aynı nedenle genel kurulun Cenevre’de toplandığı oldu.
Ama Birleşmiş Milletler artık o Birleşmiş Milletler değil, dünya o dünya değil…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’e yönelik tavrının ve “Dünya 5’ten büyüktür” söyleminin çok haklı bir söylem ve tavır olduğunu kanıtlıyor.
Gazze meselesinde laftan başka bir şey üretemeyen Birleşmiş Milletler sınıfta kaldı değil, okuldan atıldı.
Şimdi bakalım Birleşmiş Milletler öncesi Şanghay Beşlisi toplantılarından ne çıkacak!
Bence bu zirve hiç olmadığı kadar önemli.
Hindistan da katılınca toplantının kıymeti de arttı.
Hadi siyaseti bırakalım, sıkıldım!
Başta dedim ya Rezzan Hanım’ın magazin dedikodularına Fransız kalmamak için hafta sonu bol bol magazin programı izledim.
İnanır mısın şakülüm kaydı.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’de çok ünlü insan varmış ve bunların ne kadar azını tanıyormuşum.
Tanımaktan kastım bizzat tanımak değil, biliyormuşum demek daha doğru.
Pek çoğu dizi oyuncusu gençler…
Hepsi de gayet güzel, yakışıklı…
Üç ayrı kanalda magazin programı izledim: Show TV, Kanal D ve TV8
Anladığım şu, bu kanalların hepsine aynı kişi ya da yapım şirketi hazırlıyor magazin programlarını.
Çünkü hepsindeki görüntüler aynı, röportajlar aynı.
Benzer değil, birebir aynı.
Birini izle hepsini izlemiş gibi oluyorsun.
TV8’dekinin tek farkı her kullandıkları cümleye ona uygun bir şarkı da bulmuşlar, çok yorucu…
Zaten program da çok uzun.
Sunucuları farklı bir de…
Kanal D’deki sunucu çok ilginç, televizyon programı sunuyor ama Türkçe bilmiyor.
Şaşırtıcı!
Diğerleri için bir şey diyemem, magazin programı öyle sunuluyor artık herhalde….
Rezzan kusura bakmasın ama 2 saate yakın izledim; Bodrum, Çeşme, mayo, soğuk sular, sörf dışında bir şey duymadım.
İzleyici beklentisi karşılanmadı, kusura bakmasınlar…
İşin gırgırını bir kenara bırakırsak fazla uzatmak istemiyorum magazini de siyaseti de…
Şunu tekrarlamak istiyorum…
Libya’da Hafter ile görüşülmesini eleştirdim diye düşünme.
Doğru olan görüşmek, inat etmek değil.
Benim söylemek istediğim; dış politikada ille de sert, ille de kırıp dökerek ilerlemek gerekmiyor.
Yumuşak politikalarla ama kararlı duruşla gitmek daha doğru.
İbrahim Kalın kırılan vazoyu onarmakla uğraşmasın sürekli.
Dış politikada Mevlüt Çavuşoğlu çok hatalı işler yaptı.
Kendisi özünde sert biri değil, diyalog kurabilen, açık biri olmasına rağmen bakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı sert çıkınca Çavuşoğlu sanki onunla yarışıyormuş gibi daha sert açıklamalar yapıyordu.
Bu da ilişkileri daha da geriyordu.
Oysa Cumhurbaşkanı politik olarak kızdığı, öfke sergilediği zaman onun Bakan olarak daha olumlu bir yerde durması gerekiyordu.
O zamanlar bunu kırk kere söyledim.
Şimdi gördüğüm kadarı ile Hakan Fidan bu hatayı yapmıyor, bu olumlu.
Ne var ki sorunlar katmerlendi.
Ukrayna, Suriye, İran derken iş zor.
Bir yandan da Amerika’da bir deli…
Ve Rusya ile eskisi kadar sıcak olmayan ilişkiler…
Zor…
Beni soracak olursan, başta anlattığım rahatsızlık dışında iyiyim.
Hande’yi dinleyince zayıflamayı durdurdum.
Protein eksiği var ama idare ediyoruz, ne yapacaksın sonuçta burası hapishane.
Moralini yüksek tutup adapte olmaya çalışsan da fiziki şartlar ve kurallar belli ve zorlu.
Adli yılın açılışını kutluyorum Emreciğim!
İnşallah yeni yılında adalet de teşrif buyurur diyelim.
Herkese sevgi ve saygı sunarak noktalayalım.
İyi haftalar herkese…
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar