Silivri Günlüğü - 55
Fatih Altaylı
Eylül 9, 2025
Yazı İçeriği
Silivri Günlüğü - 55
Silivri Günlüğü - 55
Emre Beyciğim selamlar, nasılsın?
İnşallah kendini çok yormuyorsundur.
Ben burada, yani Silivri’de, boş boş otururken senin orada çalışıyor olman beni bayağı üzüyor!
Bu yaz Bengü ile güzel bir tatil yapacaktın, benim yüzümden yapamadın.
İkinizden de özür diliyorum.
Geçen hafta cuma günleri en keyifli ve aynı zamanda en hüzünlü günler demiştim ya, bu cuma çok keyifli geçti.
Hatta su gibi aktı geçti.
Her cuma olduğu gibi bu cuma da açık görüş vardı.
Yani arada cam olmadan, telefonla değil, yüz yüze konuştuğun, sarıldığın, dokunduğun görüş…
Ayda bir kez oluyor ve bu benim üçüncü açık görüşümdü.
Haliyle heyecanlı oluyor insan.
Ailen, gelme zahmetine katlanacakları için listene yazdığın üç arkadaşın…
İki gün önce kızım, avukatıma okulu nedeniyle bu açık görüşe gelemeyeceğini söylediği için Zeynep’in geleceğini zannetmiyordum.
Sabah 9’da görüş odasına girince bir de ne göreyim, Zeynep de orada!
Avukatım Ömer, Zeynep’in gelmeyeceğini duyunca gözlerimden geçen üzüntüyü görünce Hande’ye söylemiş, Hande de Zeynep’e iletince perşembe gecesi atlamış gelmiş İstanbul’a.
Benimle görüşe geldikten sonra öğlen uçağıyla Almanya’daki okuluna geri döndü.
Onu gördüğüm için çok mutlu oldum ama zahmet verdiğim için de üzüldüm.
Bir saatlik açık görüş 5 dakikada bitti ama bu cuma sürprizli bir cumaydı.
Ailemi ve arkadaşlarımı uğurladıktan sonra hücreme götürülmeyi beklerken bir ziyaretçim daha olduğunu öğrendim.
İstanbul dışında yaşadığı için listeme yazmadığım bir can dostum izin alarak gelmiş.
Özlemle kucaklaştık, 1 saat sohbet ettik.
Meğer her cuma 1000 km yol tepip ailemle beraber Silivri’ye gelir, cezaevi dışında beklermiş.
İnsanın böyle dostları olması nasıl bir şanstır Emre…
Sonrasında cezaevi psikoloğu ile görüşmem vardı.
Cuma günlerinin sıkıntısını giderebilirim belki diye dilekçeyle görüşme talebinde bulunmuştum.
Daha önce de birkaç kez konuştuğumuz için işinde ne kadar iyi olduğunu biliyordum.
Ve tavsiyeleri gerçekten yararlı oluyordu.
Çünkü ne kadar güçlü olmaya çalışırsanız çalışın, 24 saat tek başınıza bir hücrede olmak kolay değil ve haftada bir saatlik bir sohbet bile çok yararlı.
Ancak bu hafta 1 saat görüşemedik.
Bir infaz koruma memuru gelerek bir açık görüşüm daha olduğunu söyledi.
“Kim?” diye sordum, “Erol Süren” deyince gülmeye başladım.
Herhalde Faruk Süren’e, Galatasaray’ın efsane başkanına, benim kadim dostuma ilk kez Erol Süren diyordu birisi.
Psikolog görüşmesini yarıda keserek hemen görüş odasına indim.
Faruk Abim bütün şıklığı ile beni bekliyordu.
Ne yazık ki bu yıl yaş gününü cezaevinde olduğum için kutlayamamıştık, sarılıp hasret giderdik.
Her gün görüştüğün dostunla üç ayda bir görüşünce biraz zor oluyor, biliyorsun.
Otomobillerden, Formula 1 pistinden, eski günlerden, gelecek günlerden, çocuklardan, torunlardan, pek az da Galatasaray’dan söz ettik.
“Uğurcan mı, Ederson mu?” dedim.
“Sorman bile manasız, tabii ki Ederson” dedi.
Ben de aynı kanaatteydim.
Bunu sonra konuşuruz.
Yani anlayacağın cuma günüm iyi geçti.
Canım sıkılmadı, karamsar düşüncelere kapılacak vaktim de olmadı, gerek de kalmadı.
Faruk Süren’in hayatımdaki yerini biliyorsun.
Her gün saat 11’de mutlaka telefonlaşırız.
Haftada en az bir gün, bazen iki gün buluşuruz, öğle yemeği yeriz.
Faruk Süren, Talha Ebüzziya, bazen Motor Sporları Federasyonu kurucu babası sevgili Satvet Çiftçi bize katılır.
Yıllardır değişmez.
Cezaevinde aileden sonra insanın en çok özlediği şey bu güzel dostluklar, dostlar.
Emre hayatta hiçbir şey, hiçbir maddi şey, dostlarla aileyle geçirilen güzel anların yerini tutmuyor.
Tutukluluğun hayatımızdan çaldığı en önemli şey bu.
Bunun dışında cumartesi pazar pek gelen gidenim olmadı.
Hücremde oturup bol bol okudum.
Voleybol takımımızın yarı final maçını izleyip keyiflendim.
Basketbolcularımız da yüreğimizi bir ara ağzımıza getirip çeyrek finale çıktılar.
Bayağı heyecanlandım ama iyi bitti.
Dolaplarımı boşaltıp temizledim, kilerimi boşaltıp elden geçirdim.
Buzdolabımın buzlarını erittim, içini güzelce sildim.
Şakır şakır yağan yağmur da avlumu bir güzel yıkadı.
Vallahi ne diyeyim Emre, cuma günü için Adalet Bakanlığı’ndaki ilgili bürokratlar kimse hepsine teşekkür ederim.
Buraya tıkıldığımdan beri galiba en keyifli günümdü.
Bunları söylerken bir de önerim olacak, belki saçma belki imkansız ama en azından insani bir öneri…
Keşke cezaevlerinde mahkumlara ya da tutuklulara ve tabii infaz koruma memurlarına hizmet edecek bir büfe olsa.
Ne bileyim tost, soğuk ya da sıcak sandviç; hatta belki pide, köfte ekmek gibi ürünlerin olduğu bir sistem.
Çünkü kantinden haftada bir aldığınız şey bazen yetmiyor ya da bozuluyor.
Bizimki gibi yüksek güvenlikli cezaevlerinde odalarda ocak falan yok.
Yemekler çok şahane değil ve bazen avukat görüşünde olunca kaçırıyorsunuz.
Böyle bir büfe hayat kurtarır.
Ayrıca uzun yıllar cezaevinde kalanlar için de bir iyilik olur.
Öneri işte…
Olur, olmaz bilemem…
Silivri haberlerini biraz uzattım galiba Emrecim.
Fakat izleyicilerimiz burada olan biteni de merak ediyor, yorumlarda öyle yazıyorlarmış.
Anlatmak benim de hoşuma gidiyor, paylaşmak iyi geliyor ne yalan söyleyeyim…
Bu hafta bana çok soru ilettin, elimden geldiğince hepsine yanıt vermeye çalışacağım ama parmaklarımın yara olduğunu ve yamulduğunu söyleyeyim.
Yani izin verirsen sorularını peyderpey yanıtlayacağım.
Emre Bey, konuya göbekten girmiş ve 15 Eylül’deki mutlak butlan davasında nasıl bir sonuç beklediğimi sormuşsun.
Ona geliriz, ben daha önce biraz felsefi bir tartışma yapmak istiyorum.
Buradan izleyebildiğim kadarıyla, geçen hafta ortasından beri olanlar herkesin moralini bozuyor.
İster muhalefet olsun ister iktidar…
Hukukun siyasi amaçlarla kullanılması genelde moral bozucudur.
Ancak herkes şunu bilsin ki, bu durum ne Türkiye’ye özel ne de bugüne…
Siyasi tarih en azından Roma’dan bugüne muktedirlerin, genelde kendi koydukları kurallara, kendi çıkardıkları yasalara iktidarlarını sürdürme gayreti ile uymama, eğip bükme ve kendilerine güç kazandıracak yeni kurallar icat etmeleri ile doludur.
Bak sana edebiyattan bir örnek vererek bu gibi durumların, yani hukuku eğip bükmenin geçmişi ile ilgili bir fikir sahibi olmamızı sağlayacak bir pasaj aktaracağım.
Ama rica ediyorum güzel oku.
Çünkü bu satırların yazarı bir İngiliz, Shakespare yazmış, yani 5 asırlık.
Venedik Taciri’nde şöyle bir bölüm vardır, kahramanlardan biri, Bassanio, Portia’ya şöyle der:
“Sizden temennim, bir seferliğine yetkinizi kullanıp yasayı askıya almanız.
Büyük bir haklı dava uğruna küçük bir haksızlık yapın da,
Bir hain şeytanın emeline ulaşmasını engelleyin.”
Bassanio’nun bu isteğine, Portia şöyle yanıt verir:
“Mümkünatı yok bu söylediğinizin, zira yerleşik yasayı değiştirme yetkisine sahip bir mercii yok Venedik’te.
Böyle bir uygulama yapılırsa eğer emsal oluşturur ve bu emsalden hareketle sayısız hata üşüşür devlet sistemine”
Shakespare böyle yazmış da böyle mi olmuş?
Elbette hayır.
Dünya, Avrupa ve hatta Amerika tarihi böyle olaylarla dolu.
Güçlü olanın yargıyı kullanma öyküleri…
Denerler, uzun vadede işe yaramaz, tam aksi sonuç verir.
Bizim yakın siyasi tarihimiz de çok gördü bu tip olaylardan.
Hoş değildir, demokrasiye yakışmaz ama yapılır, denenir.
Mesela Siyasal İslamcı partileri engellemek için yargı yolu kullanıldı, o partinin içinden AK Parti çıktı, iktidar oldu.
AK Parti’ye karşı saçma sapan bir 367 kuralı çıkarıldı, bu, AK Parti’nin oylarını artırdı.
Sonuçta öyle böyle engellenmek istenen AK Parti 23 yıldır ülkeyi yönetiyor, 2,5 yıl daha yönetecek.
Ve şimdi AK Parti, kendi rakibi, rakipleri için bu yargı işlerine girdi.
Bunlar bir süre elbette tutar ama sonsuza kadar süremez.
Ertuğrul Özkök bu dönemde çok iyi yazılar yazdı, yorumlar yaptı.
Evet, onun da dediği gibi bu mesele CHP meselesi değil, demokrasi meselesi!
Olan biteni küçümsemek gibi bir anlam çıkarma.
Çok önemli ama uzun vadede olumlu sonuçları olmaz, arzu edilenin tam aksi sonuç verir.
Senin sorduğun 15 Eylül’deki Butlan Davasına gelirsek…
Yani “CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği Kurultay yok hükmünde sayılıp, parti Kemal Kılıçdaroğlu’na verilir mi?”
Normal şartlarda verilmez.
Ankara’da davaya bakan, daha doğrusu bakıp bakmayacağına karar verecek olan mahkemenin önceki yaklaşımına bakarak Butlan kararı vermeyeceğini kesinlikle söyleyebilirdik.
Ne var ki, İstanbul’da Gürsel Tekin’i getiren yargı bunu da yapabilir.
Bu yönde baskıya maruz kalabilir ama ben yine de böyle bir kararın çıkacağını zannetmiyorum.
%51 ihtimalle Butlan kararı çıkmaz.
Çıkarsa da YSK’nın kararı sayesinde CHP yeniden genel başkan seçeceği kurultayı yapar, hak eden kazanır.
Yüksek Seçim Kurulu’nun aldığı kararın yorumunu istemişsin.
Bence Yüksek Seçim Kurulu Başkanı bile o kararı yorumlayamaz.
Eski başkanlardan birini davet edin bakalım yorumlayabilecek mi?
“Ne şiş yansın ne kebap” kararı da olabilir, hem şiş yansın hem kebap da diyebiliriz.
Cumhuriyet Halk Partisi karardan memnun görünüyor ve hem kongreleri hem de büyük kurultayı bu karara dayanarak yapabileceğini düşünüyor ama ben hala bazı hamleler yapılabileceğini düşünüyorum CHP’ye.
Açıkçası ben YSK’nın seçim sonuçları konusundaki tartışmasız yetkisini bir Asliye Hukuk Mahkemesi’ne bırakmasını anlamadım.
Burada uzun vadeli birtakım hesaplar olabileceğini düşünüyorum.
Çok değişik bir karar çünkü.
Emrecim genel kuraldır, iktidarlar güçlendikçe yargı zayıflar.
Demokrasi geleneğinin güçlü olduğu ülkelerde bile zaman zaman bunu görüyoruz.
Yorumları, yorumcuları izlerken sıklıkla şunu duyuyorum “Seçimsiz Türkiye’ye mi gidiliyor?” diyorlar.
Türkiye’de seçimsiz, sandıksız bir durum olmaz.
“CHP yönetimi Gürsel Tekin’le görüşebilir” demiştim.
Sen de bana sormuşsun “Özgür Özel görüşmeyeceğini söyledi, yanlış mı yaptı?” diye.
Hayır doğru yaptı.
Gürsel Tekin “Cenazeyi kaldırmaya geldim” dediği anda bitti.
Artık CHP’de siyaset yapamaz.
Gürsel Bey kayyum olarak atandığı zaman “CHP’nin yükselişini engellemek, iktidar yürüyüşünü durdurmak için değil, Türkiye’nin birinci partisinin bu yargı sürecinden hızla çıkarak halkın umudu olarak yoluna devam etmesine hızla katkıda bulunmak ve görevi olabilecek en kısa sürede seçilerek gelecek arkadaşlara devretmek için görevi kabul ettim. Genel başkanımıza yardımcı olmak hepimizin görevidir” deseydi, görüşülmesini, randevu verilmesini isterdim.
Ama bu tavırdan sonra mümkün değil.
Gürsel Tekin, siyasi kariyerini ya da CHP’deki siyasi kariyerini çok kötü bitirdi.
Şunu da söyleyip bu konuyu noktalayayım, ben 21’indeki Kurultay’la ilgili hala bazı oyunlar olabilir diye düşünüyorum.
Emre, çok güzel bir soru iletmişsin.
Demişsin ki, “Ekrem İmamoğlu için parti feda ediliyor diyenlere katılıyor musunuz? İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olamayacağı kanaati yaygınken hala İmamoğlu demek doğru mu diyenler var” demiş ve benim fikrimi sormuşsun.
Çok yerinde bir soru, aslında soru da değil tespit yapmışsın ama haklısın.
Bugün Türkiye’de hemen herkesin hemfikir olduğu konu, Ekrem İmamoğlu’nun ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olamayacağı.
Diplomasının iptal edilmiş olması, İBB davası ile ilgisi olmayan daha önce açılmış birkaç davada aldığı cezalar ve burada verilen siyasi yasak kararları, İmamoğlu’nu siyaset dışına atmak ya da Cumhurbaşkanı adaylığını engellemek için zaten yeterli.
Bunların bazılarının yüksek yargı tarafından onaylanıp kesinleşmesi halinde, ki iktidar gücü bu süreci hızlandırabilir, İmamoğlu aday olamayacak.
Yani şunu söylemek yanlış olmaz…
Eğer hiç ummadık sürpriz gelişmeler olmaz ise, ki olma ihtimali hemen hemen sıfır, politikada sıfır ihtimal diye bir şey elbette olmaz ama İmamoğlu’nu 2027’de yapılacak bir erkenleştirilmiş ya da 2028’de yapılacak bir zamanında seçimde aday olarak görmeyeceğiz.
Peki senin, benim, neredeyse herkesin gördüğü bir gerçeği, İmamoğlu’nun aday olamayacağı gerçeğini, CHP’yi yönetenler görmüyor mu?
Ya da şöyle söyleyeyim, görmüyor olmaları mümkün mü?
Bana sorarsan mümkün değil, elbette görüyorlar.
CHP’nin reelpolitiği okuyan bir başkanı var ve o da biliyor Ekrem İmamoğlu’nun aday olamayacağını.
Ancak İmamoğlu, CHP’nin bugünkü konumunda siyaseten CHP’ye lazım.
Aday olarak değil, simgesel olarak.
Öncelikle mağduriyet duygu ve algısını taze tutmak için lazım.
Özgür Özel’in eylem dediği mitinglerde bayrak olarak lazım.
Seçim günü geldiğinde, önümüze gelecek pusulada kimlerin isimlerini göreceğimizi bilmem mümkün değil.
Ancak o pusulada Ekrem İmamoğlu’nun adını göremeyeceğimiz kesin.
Ne var ki, pusulada yazacak olan CHP adayının ismi netleşip kesinleşinceye kadar Ekrem İmamoğlu adı kullanılacak.
Bugün Mansur Yavaş çıkıp “Ben aday olmak istiyorum” derse bir daha İmamoğlu demez CHP.
Mansur Bey ise olan bitene bakarak hak vereceğimiz gerekçelerle “Adayım” diyemiyor.
Bir gün der mi, onu da bilmiyorum!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP’de olan biteni, CHP’nin iç meselesi olarak gösterdiği konuşmayı izledim.
Haklı mı? Haklı.
Şikayet eden CHP’li, pusuda bekleyen CHP’li, görevi kabul eden CHP’li, görevi kabul edene kızan CHP’li…
Böyle bakınca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği doğru…
Ama arada bir küçük detay var.
Pusuda bekleyen ya da pusu kuran CHP’lilere pusudan çıkıp saldırıya geçme imkanını veren de yargı.
Demek istediğim şu: Her parti içinde bu şekilde bekleyen, memnuniyetsiz muhalifler bulunur.
Siyaset, egoların en yüksek olduğu alan.
Parti içi çekişme, dışarıdan güçlü bir destek bulduğu anda ortaya böyle tablolar çıkıyor.
Daha önce pek çok parti bunu yaşadı.
Milliyetçi sağ, muhafazakar sağ, İslamcı hareketler, sosyal demokratlar hepsi yaşadı.
AK Parti bile yaşadı.
2007’de muhtırayı fırsat bilen Abdüllatif Şener, AK Parti’den kopup Yiğit Bulut’la parti kurma çalışmaları yaptı.
Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ayrılıp parti kurdular.
Merkez sağa geniş bir yelpazede yerleşen ve ittifaklarla kendini tahkim eden AK Parti’de Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi güçlü bir lider olmasa, o güçlü lider gücünü kullanma konusunda rahat olmasa, AK Parti bile bu kadar monoblok olamazdı.
Erdoğan’ın kişisel gücü, iktidar gücü ile birleştiği için AK Parti’deki benzer çatlaklar soruna dönüşmüyor.
Şunu da söylemem lazım, CHP iyi bile dayanıyor.
Tabii sonuçta Erdoğan’ın söylediği de bir gerçek.
Bu arada şimdi aklıma geldi.
Abdullah Gül diye biri vardı değil mi?
Hatta Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterileceği konuşuluyordu.
Kendisini gören, duyan var mı?
Son olarak boğaz sırtlarındaki en pahalı siteden bir villa almıştı.
Pardon, damadı almıştı.
Sonra boşanırken, Gül ailesine bırakmıştı onlarca milyon dolarlık evi.
Ben epeydir duymadım sesini, sen duydun mu?
Eskiden eleştirdiğim zaman danışmanı arardı.
Artık eleştiremiyoruz da ortalıkta yok çünkü.
Çıksın da demiyorum ama merak ettim…
İstersen bunca siyaset arasına siyaset dışı sayılabilecek bir konuya geçelim, siyasete döneriz.
Duydun mu bilmiyorum, 8-9 yıl önce Türkiye’de yat ve teknelerin ÖTV’leri sıfırlanmış, KDV’leri düşürülmüştü.
Şimdi ise %8 ÖTV getirilmiş.
Konu muhalif medyada tartışılmaya başlandı.
Bence bu son derece manasız bir tartışma.
Meselenin mantığını anlamadan bu tartışmayı yapamazsınız.
Bu vergileri düşürmelerinin ya da sıfırlamalarının nedeni, Türkiye’deki yatlara Türk bandırası, Türk bayrağı çektirmekti.
Çünkü Türkiye’de neredeyse tüm tekneler, alım-satım ve yıllık vergileri nedeniyle Türkiye’de değil.
Vergi cennetlerine, İngiliz adalarına, Malta’ya, Delaware gibi vergi avantajı sunan Amerikan eyaletlerine kayıtlı idi.
İnsanlar bırak yatlarını, küçük sürat motorlarına bile yabancı bandıra alıyorlardı.
Hatırladığım kadarıyla Binali Yıldırım, teknelerin Türk bandırası çekmesi için vergi ve harçları indirdi, hatta sıfırladı.
Hemen hemen tüm tekneler Türk bandırasına geçtiler.
Burada amaç Türklere ait tekneleri Türk bayrağına kavuşturmaktı.
Şart mıydı, o ayrı mevzu…
Vergi sıfırlanmadan önce herkes başka ülkeye kaydettiriyordu teknesini.
Açık söyleyeyim, dünyada da böyle.
Yani Amerika ve Avrupa’da da yüksek vergi var ve zaten bu yüzden oralarda da teknelere yabancı bayrak çekiyorlar.
Ve mesela ABD, vergisi ABD’de ödenmemiş teknelerin, ABD marinalarında barınmasına izin vermiyor, karasularını sınırlı kullandırıyor.
Yani otomobille karşılaştırmak tam doğru değil.
Yabancı ülkeye kayıtlı araç alamazsınız ama alırsanız Türkiye’de kullanamazsınız.
Teknede, yatta böyle bir şey yok.
Tabii niye şimdi geldi, birden geldi merak edildi.
Bence gelmesinde bir mahsur yok.
Mesela meşhur Ünsal Ban - Zehra Taşkesenlioğlu çifti vardı, 4,5 milyon euroluk tekne almışlardı.
Şimdi alsalar 4 milyon 900 bin ödemeleri gerekecekti.
Ama bence doğrudan %8 olmamalıydı.
Sportif amaçlılardan çok daha düşük ve aynı otomobil gibi tekne büyüdükçe vergisi de oransal olarak artmalıydı.
Tabii şu anda yat sahiplerinin yatlarının değeri de %8 oranında arttı.
Aynı şeyi pırlanta için söyleyebiliriz.
Vergisinin sıfır olması çok tartışılıyor.
Ama şöyle söylemek de mümkün, yurt dışına gitme imkanı olan biri oradan 1000 dolara alıp parmağına takıp getirir.
Yurt dışına gidemeyen, 1200 dolara buradan almak zorunda kalır.
İşte altın kaçakçılığını görüyoruz, Meclis’e kadar geldi.
Silivri sakinlerinden Beykoz Belediye Başkanı Köseler’in önce tahliye edilip sonra ikinci itirazda bir üst mahkeme tarafından tutuklanması ile ilgili görüşüm ise şudur: Serbest bırakılması şaşırtıcı idi.
İki olasılık vardı: Ya itirafçı olmuştu ya da bir yumuşama süreci başlıyordu.
Köseler’i, Silivri’de birkaç kez gördüm.
Hiç konuşmadık, hatta selamlaşmadık bile galiba.
Cuma günü çıktı, cumartesi geri döndü.
Dosyasını görmedim, bilmiyorum.
Ancak dosyaya hakim mahkeme serbest bıraktı, tahliye etti, itirazı reddetti.
Sonra bir başka mahkeme muhtemelen dosyayı incelemeden yeniden tutukladı, olabilir.
Ama en azından bir iki gün dosyayı inceleyip sonra karar vereceğim deselerdi.
Daha inandırıcı olurdu.
Manifest adlı müzik grubuna konseri ile ilgili açılan soruşturmayı da sormuşsun.
Grubun adını ilk defa bu vesile ile duydum.
Bir kliplerini de bu vesile ile ilk kez gördüm.
Konseri bilmem ama gördüğüm klipte toplum ahlakını bozacak bir şey görmedim.
Mayo ile ahlak bozulmaz.
Bu konsere “ahlaka mugayir” diye soruşturma açanlar acaba televizyondaki gündüz kuşaklarını izliyorlar mı?
Asıl ahlaka mugayir ne varsa orada sergileniyor.
O konseri, bilet alan birkaç bin kişi izliyor.
Ben grubu duymadım bile ama o televizyon programları milyonların evinin oturma odasında izleniyor.
Emrecim beni bıraksan sabaha kadar anlatırım.
O kadar çok mevzu var ki!
Trump’ın Savaş Bakanlığı mesela…
Barış ödülü almak için yırtınan ABD Başkanı, Savunma Bakanlığı’nın adını Savaş Bakanlığı’na çevirdi, daha doğrusu savaşı da bakanlığın ismine ekledi.
Benim ilk hatırladığım Savaş Bakanı, 1. Dünya Savaşı’nda Winston Churchill’dir.
O yıllarda tüm ülkelerde bir savaş bakanlığı vardı.
2. Dünya Savaşı sonrası medeni dünyada bu isimle bir bakanlık kalmadı.
Şimdi geri dönmesi son derece manidar.
Galiba dünya 1930’lara toptan bir geri dönüş yaşamak istiyor.
Fikren dönüyoruz, Allah beterinden saklasın.
Bu konuya girince aklıma Pentagon, Pentagon deyince Suriye’nin kuzeyi ve YPG/SDG geliyor.
Biz üniter Suriye diye bağırıp dururken YPG, Kürt bölgesinde merkezi hükümetin belirlediği eğitim müfredatını uygulamayacağını açıkladı, HTŞ müfredatını.
Ademi merkeziyet hatta federasyon, belki de bağımsızlık arayışının işaretleri güçleniyor.
Türkiye ise buna tepki göstermeye başladı, YPG’li ya da PYD’li Salih Müslim ise “Bize terörist demeyin, isterseniz Türkiye’ye geleyim konuşalım” diye konuşuyor ve Türkiye’deki çözüm sürecine işaret ediyor.
Yani mesele, bu çözüm süreci ilk gündeme geldiğinde işaret ettiğimiz noktaya geldi.
Marttaki sözde mutabakat belli ki çöp oldu.
Benim korkum ise Türkiye’deki sürecin sırf bu nedenle akamete uğraması hatta sona ermesi idi.
Neyse ki bu tehlike şimdilik atlatıldı.
Erdoğan - Bahçeli görüşmesi belli ki bu konu ile de ilgiliymiş, görüşme sonrası sürecin devamı ile ilgili hem MHP’den hem de AK Parti Genel Başkanı’ndan olumlu cümleler geldi.
CHP’nin kendilerine yapılanlar yüzünden komisyondan çekilmemesi de olumlu ve özverili bir tutum.
Emrecim yine Silivri’ye, benim 15 metrekarelik dünyama dönelim.
Mehmet Şimşek ve TÜİK ne der bilmiyorum ama enflasyonu burada da hissediyoruz.
Geldiğimde, yani hemen hemen 80 gün önce, 1550 TL olan kantin alışveriş faturam bu hafta 1740 TL olmuş.
2.5 aylık enflasyon %12 gibi.
Buna karşın limon fiyatı geldiğimde 5.5 TL idi, önceki iki hafta içinde 15 TL’ye çıktı.
Bu hafta 11 TL’ye düşmüş.
Muz 99 TL idi, bu hafta 111 TL.
Odadaki örümcek kolonisi giderek genişliyor.
Araknafobisi olanlar için uygun bir yer değil.
Böceklerden pek hoşlanmam ama neyse ki özel bir örümcek fobim yok.
Aslında ayda bir kere odalar ilaçlanıyor.
İlaçlama dediğim şu…
İlaçlamacının elinde bir tüp var.
Avlu kapısının ve avluya bakan camın pervazına birkaç damla ilaç damlatıyor.
Böceklerin içeri girmesini engelliyormuş.
Son gelişinde “Sen uğraşma, ben bir kağıda ‘Böcekler giremez’ yazarım, girmezler” dedim.
Pek anlamadı ya da beni ciddiye almadı.
İki günlük yağmur sonrası odayı, daha doğru tanımla hücremi, sivrisinek bastı.
Maşallah Jura döneminden kalma gibiler.
Spordan, daha doğrusu transferlerden söz etme sözü verdim, tutuyorum.
Galatasaray taraftarı, Uğurcan transferinden çok mutlu olmamış.
Özellikle de 36 milyon euro’yu fazla bulmuşlar.
Size bu transferin perde arkasını anlatayım.
Uğurcan, Trabzon’da kalmak istemiyormuş.
Bu yüzden sezon sonunda Trabzon yönetimi Fenerbahçe’ye haber uçurmuş “Uğurcan’ı ister misiniz?” diye.
Görüşmeler başlamış.
Fenerbahçe 14 milyon euronun üzerine çıkmamış.
İki başkanı görüştürüp anlaşma sağlamak isteyenlere Ali Koç “Ben o işe girmem.
Başkan başkana görüşünce hayır diyemem” demiş.
Ve transfer gerçekleşmemiş.
Sonra tam Uğurcan, Trabzon’da kaldı denirken bu kez aynı aracılar Galatasaray için devreye girmişler.
Dursun Özbek, 27 milyon garanti para, 1 maç bile oynasa devreye girecek 3 milyon TL bonusu kabul edip Uğurcan’ı almış.
Galatasaray’a gelen Trabzonsporlu oyuncuların performansı ise genelde yükseliyor.
Bakalım Uğurcan’a da öyle olacak mı?
Yoksa 30 milyon artı 6 milyon KDV çok para.
Ederson ise 11.5 milyon euro bonservis bedeli ile Fenerbahçe’ye gelmiş.
4 yıllık sözleşmenin Fenerbahçe’ye maliyeti 65 milyon euro olacakmış.
Takımların bu parayı nereden finanse edecekleri ise tam muamma.
Limit falan ise söz konusu değil artık.
Neyse, yüzü gülmeyen insanların ülkesinde en azından spordan gelen haberler ile yüzümüz gülüyor ender de olsa.
Hepsine başarılar, özellikle de voleybolcu kadınlarımıza ve erkek basketbol takımımıza…
Bitirmeden önce son birkaç şey söylemek istiyorum.
Biliyorsun, tekne imalatçısı ve yatçı Halit Yukay bir deniz kazasında hayatını kaybetti.
Bedeni 1 ay sonra denizden çıkarılabildi.
Bildiğim kadarı ile yıllardır tekne imal ediyordu.
Önce Yuka adı altında Chris craft benzeri yakışıklı sürat tekneleri yaparak başladı, sonra Yunan Technohull benzeri sert tabanlı süper botlar yapmaya başladı.
Son zamanlarda da çok moda olan ve son görüntülerinde kullandığı yatlardan yapıyordu.
Halit Yukay’ın ölümüne neden olan kazada anlamadığım şu…
Saatte 30-35 mil sürat yapabilen bir tekne, saatte 10-11 mille giden bir teknenin altında nasıl kalabilir?
Bu kazayı hiç anlayamadım doğrusu.
Şöyle bitireyim Emrecim.
Memleket gergin.
Bunların hiçbiri beklenmedik gerilimler değil.
Keşke olmasa ama hep olur.
Bazen sert, bazen daha sert olur.
Sonuçta her demokrasi sorunlar yaşamış.
Biz Atatürk ve İnönü sayesinde fazla sorun yaşanmadan demokrasi benzeri bir rejime kavuştuk.
Bazen değerini anlamak için kaybedecek gibi olmak gerekebilir.
Enseyi karartmak yok.
Demokrasimiz böyle böyle gelişecek.
Bazılarımız da bunun sıkıntısını çekecek.
Herkese güzel bir hafta olsun, yarın devam ederiz…
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar


Zeki Demirkubuz yorumluyor
Fatih Altaylı YORUMLAYAMIYOR: "Hak"
Eylül 15, 2025
Bedia Ceylan Güzelce & Müfit Can Saçıntı
"Gülmek bir savunma mekanizması"
Eylül 14, 2025