Silivri Günlüğü - 65
Fatih Altaylı
Eylül 22, 2025
Yazı İçeriği
Silivri Günlüğü - 65
Silivri Günlüğü - 65
Emre Bey selamlar…
İyi haftalar dileyerek başlayalım, tüm izleyicilerimizi sevgiyle selamlayalım…
Umarım cuma günkü programda sorularına verdiğim yanıtlar senin meraklarını tatmin etmiştir, umarım izleyicilerimiz de “Ne diyor bu adam?” diye hayal kırıklığına uğramamıştır.
Biraz uzun uzun yanıt vermiştim, inşallah canınızı sıkmamışımdır.
Biraz Silivri haberi ile gireyim bugün mevzuya…
Silivri’de havalar soğumaya başladı.
Silivri’deki cezaevi arkadaşlarım yavaş yavaş hırkalar, kazaklar giymeye başladılar.
Ortalıkta hala pembe, açık mavi, uçuk mavi keten gömleklerle zemheri zürafası gibi gezen bir ben kaldım.
Gerçi Hande cumartesi günü bir iki ince kazak getirmiş ama hafta sonlarında giyim eşyası alınmıyormuş, onu da öğrendik.
Zaten hafta içi de olsa alamazlardı çünkü burada lacivert yasak.
Laciverti infaz koruma memurları giyiyor ve evet, dikkat ettin mi bilmiyorum ama cumartesi Hande geldi dedim.
Bu hafta sonu çok keyifliydim, cumartesi doğum günümdü.
Ben doğum günümü yalnız geçireceğim derken Hande süper bir sürpriz yaptı, bakanlıktan izin almış ve cumartesi günü görüşe geldi.
Bu izni kim verdiyse kendisine teşekkür ederim.
Üç buçuk aydır ilk defa sevgili karımla baş başa 1 saat geçirdik.
Biraz ağladık, çokça güldük.
Anladım ki Einstein haklı imiş, 1 saat 1 dakika gibi geçti.
Yine de şahane 1 saat geçirdim.
Tabii bir yandan da her hafta buraya gelmek zorunda bıraktığım için üzülüyor ve utanıyorum.
Neyse sonuç olarak şahane bir cumartesi günüydü.
Doğum günüm olduğunu öğrenen infaz koruma personeli de gördükleri zaman Fatih amcalarına güzel yaş dileklerini ilettiler kibarca.
Sağ olsunlar, ben de onlara mutlu bir ömür diliyorum.
Bugün bana pek fazla konu ile ilgili sorular iletmişsin.
Değinebildiğim kadar çok mevzuya değineceğim, seninle birbirimizi karşılıklı olarak biraz yoracağız anlaşılan.
İki sorunu öne çekeceğim ve ikisini birbiriyle paralel yanıtlamaya çalışacağım.
Önce Bahçeli’nin, Devlet Bey’in, Türkiye-Çin-Rusya ittifakı kurması, NATO’dan vazgeçmesi önerisini ele alalım.
Devlet Bahçeli’nin bu önerisi Türkiye açısından yeni bir şey değil.
Daha önce, uzun yıllar önce gündeme geldi ve gündeme getirenler askerlerdi.
Yanlış hatırlamıyorsam ilk kez bunu gündeme getiren Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılıç paşaydı.
O dönem özellikle TSK içinde “Avrasyacı subaylar” diye bir grup olduğu ve bir olasılık olarak Rusya ve Çin ile yapılacak bir iş birliği ile batı blokunun samimiyetsiz tavrından kurtulmamız gerektiğini istedikleri biliniyordu.
Sonrasında Ergenekon davalarında cezaevine atılan generallerin, işte bu Avrasyacı generaller olduğu söylendi hep.
Yani Devlet Bey’in bu fikri yeni bir söylem değil, eski bir hikaye.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Trump öncesi dönemde ABD ile ilişkide zorlandığı zamanlarda BRICKS’e katılma isteğini beyan ederek ve gerek BRICKS’e gerek Şanghay Beşlisi’ne yaklaşarak, ABD’ye bir alternatif var demeye getiriyordu.
Ancak zaman içinde gördük ki, BRICKS Türkiye’ye kapıları açma konusunda çok da hevesli değildi ve özellikle Hindistan ama Çin ve Rusya da “Gelin başımızın üzerinde yeriniz var” demediler.
Yani Devlet Bey’in önerdiği ittifak “Biz de tam bunu istiyorduk, hadi yapalım” noktasında değil muhatapların nezdinde.
Zaten Sayın Bahçeli’nin bu Türkiye-Rusya-Çin ittifakı fikrini niye birdenbire ortaya attığını da CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in iddiaları ile öğrendik.
Özgür Özel, çok iddialı bir istihbarat vererek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Dolmabahçe’deki ofisinde Başkan Trump’ın büyük oğlu Trump Junior ile görüştüğünü ve bu görüşmede oğul Trump’a babası ile Birleşmiş Milletler açılış haftasının sonunda Washington’da bir görüşme ayarlama talebinin iletildiğini ve bu randevu verilirse biz de o gün 300 Boeing uçak alım anlaşmasını açıklar ve imzalarız denildiğini söyledi.
Önemli bir istihbarattı.
Sadece Trump Junior’la görüşüldüğünü değil, görüşmenin içeriğini de biliyordu Özgür Özel.
CHP Genel Başkanı’nın verdiği bu bilgi yalanlanmadı.
Tam aksine, ertesi gün Deutshe Welle olayı doğruladı.
Ardından Beyaz Saray, içeriği de doğruladı.
Bu tip istihbaratları genelde boş çıkan Kılıçdaroğlu’nun aksine, Özel’in bilgileri doğruydu.
İlginçtir.
CHP lideri, AK Parti içinden, çevresinden iyi bilgi alıyor.
Burada garip olan ya da eleştiri konusu olması gereken, Boeing’den 250 -300 uçak alınması karşılığı randevu alınması değil.
Bu görüşmelerde böyle büyük anlaşmaların imzalanması doğaldır, vakayi adiyedendir.
Macron’la yapılacak bir görüşmede Airbus anlaşması da imzalanabilir.
Liderler arası toplantılarda bunlar olur.
Belli ki Türk Hava Yolları, Boeing ile zaten bir noktaya varmış, anlaşma tamamlanmaya yakınmış, Erdoğan da Trump’tan randevu isterken bunu kullanmış.
Trump’ın böyle paralı anlaşmalarla hava atmayı sevdiğini biliyor, bunu kullanmış.
Burada bir acayiplik, bir ayıp yok.
Burada eleştiri konusu yapılabilecek olan konu, ilişkinin resmi kanallardan değil, büyükelçiler, ticari ataşeler üzerinden değil, Trump’ın oğlu üzerinden kuruluyor ve yürütülüyor olması.
Amerika’nın, hatta Trump’ın, batı ülkeleri ile oğlu, damadı, kızı üzerinden bir ilişki, diplomatik bir ilişki kurduğunu, kuracağını zannetmiyorum.
Amerikan Başkanı bu tarz aile üzerinden ilişkileri genelde ya Körfezdeki Arap ülkeleri ile belki bir de Orta Asya Cumhuriyetleri ile kuruyordur.
Tabii bunu eleştirmesi gereken taraf biz miyiz, yoksa Amerikan kamuoyu mu, o da ayrı soru!
Düşünsene, burada Büyükelçi Tom Barrack, Trump’ın dostu, etkili ve önemli bir adam.
Ama Trump, Türkiye Cumhurbaşkanı ile oğlu vasıtası ile ilişki yürütüyor.
Bu aslında Büyükelçi Barrack’a hakaret.
Üstelik niye şaşırıyoruz…
Trump’ın ilk döneminde de biz böyle şeyler görmedik mi?
Damatlar arası diplomasi yaşamadık mı?
Trump, Berat Albayrak’ı kendi damadı Kushner ile birlikte Beyaz Saray’da kabul etmedi mi?
Yani anlayacağın ortada görülmemiş bir rezalet yok.
Trump böyle biri.
Bu bize de uyuyor belli ki!
Bir ara üç damat dönemi yaşamadık mı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu yolla beş yıldır gidemediği Beyaz Saray’a bir kez daha gitmiş olacak.
Şu anda iktidarın halk gözünde hala güçlü olduğu iki yer var, bunu anketlerde gördük: savunma sanayii ve dış ilişkiler.
Erdoğan bu yüzden Beyaz Saray’da ağırlanmayı önemsiyor.
Böylelikle AK Parti’nin elinde kalan bir iki güçlü noktadan biri olan uluslararası önemli lider algısını pekiştiriyor.
Bunlar bizim bildiğimiz, alıştığımız devlet pratiği mi? Değil.
Ama bugünün dünyasında, bugünün Türkiye’sinde ne bildiğimiz, alıştığımız gibi ki, bu olsun…
Şunu da söylemek lazım, buradaki sorun Türkiye değil, Trump.
Herif “Oğlumu yolluyorum, görüşün” dediyse “Başlatma oğlundan, yok mu büyükelçin?” diyecek halimiz yok.
Tabii adama Türkiye ile böyle ilişki kurulabileceği izlenimi vermiş olmak bir hata olarak görülebilir.
Ne var ki Trump, yarın Almanya ile de benzer bir ilişki kurarsa, Almanya başbakanı “Oğlun ile görüşmem” diyebilir mi, emin değilim?
Neyse ki üç sene kaldı…
Sonrasında Trump da, oğlu da, kızı da, damadı da hayatımızdan çıkacak.
Erdoğan bu görüşmede, daha önce İsveç’in NATO üyeliği karşılığında çözülmüş olan F-16’ların satın alınması sorununu bir kez daha çözerek liderlik görüntüsünü pekiştirebilir.
Ve hele bir de F-35 konusunda bir gelişme sağlarlarsa çok önemli bir iş yapmış olacak.
AK Parti kendi yarattığı sorunları çözerek başarılı iktidar olma hissiyatı uyandırıyor.
Tam bir halkla ilişkiler başarısı…
Burada şu sorular sorulabilir: THY tüm uçak tedariğini Boeing’den mi yapmalı, yoksa geçmişte olduğu gibi Airbus ile paylaştırmalı mı?
Şimdi dönelim Devlet Bahçeli’nin Türkiye-Rusya-Çin bloğu önerisine ya da çıkışına…
Bu, belli ki Trump görüşmesinde Erdoğan’ın elini güçlendirmek için yapılmış bir çıkış.
Devlet Bey önerdiği bloğun kolay kolay bir iki sene içinde yapılabilecek bir dönüş olmadığını benden daha iyi bilecek pozisyonda.
Ama Erdoğan Trump ile görüşmesinde “İktidardaki ortağım böyle söylüyor. Bize dostluğunuzu gösterecek jestler yapın ki, ben de onu NATO’ya bağlılık konusunda ikna edebileyim. Yoksa erken seçim yapmak isteyebilir ve iktidara gelecek olanlar ABD’nin dostu olmayacaktır” diyebilir.
Bunu doğrudan söylemez ama Trump’ın önüne böyle bir rapor koyulabilir.
Burada CHP’nin vurgulamak istediği ne Boeinglerin alınması ne de oğlu ile görüşülmüş olması…
CHP, AK Parti seçmenine “Trump Gazze’yi yerle bir eden Netanyahu’yu korur kollar bağrına basarken, Gazze’yi boşaltıp kumarhane yapmak isterken, Türkiye’de Filistin duyarlılığından söz eden Erdoğan Trump‘la bir araya geliyor. Ona milyarlarca, 100 milyar dolarlık uçak siparişi veriyor” mesajı veriyor.
Yani Özel’in yapmaya çalıştığı, AK Parti liderini seçmeninin gözünde farklı bir yere koymaya çalışıyor.
Etkisi olur mu?
Eh, biraz belki olur ama en etkili olan ekonomik koşullardır.
Emekli F-16 yemez, F-35’le karnı doymaz.
AK Parti’den nemalanan ve bundan memnun olan seçmen ise Erdoğan, Gazze katilinin destekçisi Trump ile iş tutuyor diye Erdoğan’dan vazgeçmez.
Hatta bunu, Trump’ı Gazze konusunda kendi tarafımıza çekmek için atılmış bir adım, bir girişim olarak bile satın alabilir.
Tabii bir yandan da 300 Boeing demek kimi dar gövdeli, kimi geniş gövdeli olarak hesaplanırsa en az 40, ortalama olarak 100-110 milyar dolarlık bir alım demek.
Bu da Türkiye’nin dış borcunu %20 civarında arttırmak demek.
THY karlı bir kuruluş olarak bu alımı yapabilir mi, ben bilemem.
Bu, Boeing’e tek seferde verilmiş en büyük sipariş olabilir.
Bu konuyu kapatmadan önce şunu da söyleyeyim.
Erdoğan-Trump görüşmesinde Gazze konusu mutlaka gündeme getirilecektir.
Sonuç olmasa bile masaya gelir, aksini anlatamazlar.
Bu arada Nobel Barış Ödülü peşindeki Trump, şimdi de Afganistan‘ı tehdit etmeye başladı, Bagram Üssü’nü ABD’ye geri vermezse Afganistan’a yeniden saldırmakla tehdit ediyor.
Bunun anlamını ilerleyen günlerde konuşuruz.
CHP, dün “önlem” kurultayı dediğim olağanüstü kurultayını yaptı.
Gayri hukuki Butlan davasının olumsuz sonucunu bu kurultay savuşturmuş olur mu, emin değilim.
Mahkeme mutlak butlan deyip, kronometreyi ya da saati Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği kurultay öncesinde durmuş farz ederse, bu kurultay da güme gidebilir ama 24 Ekim’de olumsuz bir karar çıkarsa CHP’de Kasım’da olağan kurultay var.
Hafta sonunda bazı CHP’li vekillerle görüşmelerim oldu.
Onlara şunu sordum: “Kemal Bey partinin de seçmenin de kendisini artık istemediğini, sokağa bile çıkamayacağını görmüyor mu?” dedim.
Bunu sormamın nedeni, gelen vekillerin Kemal Bey’e de bir dönem çok yakın vekiller olmasıydı.
Aldığım yanıt beni şaşırttı, anlatayım sizi de şaşırtsın.
Kelimesi kelimesine aktarayım.
Aynen şöyle dediler: “Siz Kemal Bey’i bizim kadar tanımazsınız. Kemal Bey her ne pahasına olursa olsun o koltuğa oturmak istiyor. Çünkü Kemal Bey, bizim eski genel başkan, halkı önemsemez. Hatta partiyi de önemsemez. Bunu şuradan anlayabilirsiniz, tıpış tıpış lafından anlarsınız. Ona göre her şeyi tıpış tıpış yapmak zorundasınız. Tıpış tıpış Ekmeleddin der, önce partiye, sonra seçmene… Kemal Bey şöyle düşünüyor, ben o koltuğa oturursam birkaç ay içinde her şey unutulur. CHP seçmeni tıpış tıpış beni destekler. Kemal Bey CHP seçmeni için koltukta kim varsa ona biat eder diye düşünüyor. Kemal Kılıçdaroğlu bürokrattır, siyasetçi değil”
“Peki eşi Selvi Hanım kendisini uyarmıyor mu?” dediğim zaman “Selvi Hanım Kemal Bey’i haklı buluyor ve bu tavrına destek veriyordur diye düşünüyorum. Hatta belki de asıl sorumlu o bile olabilir” yanıtını alıyorum.
Ahmak davasının istinafta onanmasının, İmamoğlu’nun siyasi geleceği açısından ne anlama geldiği soruna ise şöyle diyeyim…
İmamoğlu’nun karşı karşıya olduğu davalar yumağında deryada damla ve büyük ihtimalle Yargıtay’dan döner.
Diploma davası ve henüz iddianamesini göremediğimiz İBB davası daha önemli.
İBB davası demişken, bir televizyon kanalı Aziz İhsan Aktaş röportajını yayınladı.
Şaşırdım.
Bana gelen bilgilere göre yargı kanadı bu röportajın yayınlanmaması konusunda kanalı uyarmış.
Ancak bir iki haftalık gecikmeyle yayınladılar.
Acaba siyaset bu yayına ihtiyaç duyacak noktada mı, merak ettim.
Açık söyleyeyim, bu röportajı yapan gazeteci olmak isterdim.
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki değişiklik konusu ile ilgili ise bir bilgim yok.
Yeni Başkan Sayın Arpaguş’u tanımıyorum.
Tek duyduğum, daha önce Atatürk için mevlit okuttuğu.
Bu bile selefinden daha iyi olacağına işaret denebilir ama asıl olarak, gidenin daha kötüsünü bulmak zor olur desek daha doğru olur.
Emre, sen sormadan söylemek istediğim bir şey var.
Bir baba, Hatay’da galiba, TikTok denilen pislik çukurunda kızını dans ettirerek para toplamış.
TikTok’ta böyle çok rezalet oluyor.
Aile Bakanlığı’na şunu sormak istiyorum, acaba bu baba Mabel Matiz şarkısı dinlediği için mi bu kadar ahlaksız olmuş, yoksa Manifest adlı o kız müzik grubunu izlediği için mi?
Ya da acaba ekonomik koşullardan ötürü mü?
Şurası çok açıktır Emreciğim, bir ülkede ahlakı en hızlı bozan şey uzun süren enflasyon ve gelir adaletsizliğidir.
Ak Parti’deki il başkanı istifalarını sormuşsun, “Ne diyor?” diye.
Önce bir haksızlığa, bir ayıba değinmek istiyorum.
Elazığ İl Başkanı, oğlunun uyuşturucu kullanırken çekilen görüntüleri servis edilince istifa etmek zorunda kaldı.
Ben bunu haksızlık olarak gördüm.
Yazık adama…
Kim ister evladı böyle bir hale düşsün.
Düşmüş.
Bu, bir baba için zaten çok acı bir durum.
Eğer oğlu uyuşturucu kullanırken yakalanmış, polisin, yargının eline düşmüş olsa ve babası onu kurtarmak için siyasi gücünü kullanıyor olsa tabii ki haksız olur, istifa etmelidir.
Ama burada böyle bir şey yok, tam aksi bir şantaj yapılmış.
Adama üzüldüm.
Asıl olarak adamın söyledikleri çok önemli “Bunu yapan parti içi rakiplerim” diyor.
Parti içi çekişmenin geldiği yere bak!
Diğer il başkanlarının istifa etme veya ettirilmesine gelince…
Büyük ihtimalle partinin yaptığı anketlerde o illerde sorun vardır.
Oy kaybı vardır ya da parti örgütü şikayetçidir.
AK Parti bu konularda kimsenin gözünün yaşına bakmaz.
Fayda sağlamıyorsa, hele hele zarar veriyorsa hemen keser.
Büyük olasılıkla böyle bir durumdur.
Tabii hepsinin “Kendi irademle istifa ediyorum” vurgusu yapması ilginçti.
Daha ilginç olan ise AK Parti’nin teşkilatta değişiklik yaparak oylarını arttıracağına inanması…
Oysa AK Parti şu anda, ülkenin ekonomik ve hatta sosyal durumuna göre müthiş bir oy alıyor.
Tüm olan bitene rağmen hala %30 alıyorsa, MHP ile birlikte ittifak olarak %40’a yaklaşıyorsa, bu mucizedir.
Bu da Tayyip Erdoğan’dan başka kimsenin yapamayacağı bir şeydir.
Gelelim güney komşumuza, Suriye’ye…
Suriye’nin devlet başkanı Ahmet Şara hafta sonunda ilginç bir cümle kullandı.
“SDG ayak sürür, merkezi otoriteye dahil olmayı kabul etmezse Türkiye’nin SDG’ye yönelik bir operasyonu gündeme gelir” dedi.
Bu ilginç ve üzerinde uzlaşılmış bir durumu mu anlatıyor, yoksa kendi kendine gelin güvey mi oluyor, burası önemli.
Suriye Devleti olarak, Türkiye’den yardım isteyerek bu operasyona yol açarsa, uluslararası hukuk açısından Türkiye “talep üzerine” yardım eden devlet olarak sorun yaşamaz.
İyi ama acaba ABD’nin, Tom Barrack’ın tavrı ne?
ABD onayı ile mi olacak bu?
Bu müdahalenin komplikasyonları ne olacak, bundan kaygı duydum doğrusu.
Dahası, Şara’nın bu çağrısı Türkiye’deki Barış ve Kardeşlik ya da terörsüz Türkiye sürecini nasıl etkiler, ondan da korktum doğrusu.
Açık konuşayım, çok tutarsız bir ortam gözlemliyorum ve bu büyük bir güvensizlik yaratıyor.
Bence komisyon, toplantılarını gereksiz yere uzatmadan bir an önce çözüme odaklanmalı ve infaz yasasını bir an önce gündeme almaları gerekli.
Yeni Şafak’ın Maliye Bakanı Şimşek’i hedef alan ve Türkiye’nin ekonomik problemlerini “vergisiz döviz düzeni”ne bağlayan manşetini merak etmişsin.
O manşet olsa olsa Yeni Şafak’taki ekonomi servisinin bilgisizliğine işaret eder, başka bir anlamı yok.
Şimşek buna gülmüştür.
Bence Yeni Şafak’ın manşeti değil ama operasyonsuz, tutuklamasız geçen iki gün içinde borsanın bir anda 11 bin puanı geçmesi, ülke risk primi CDS’lerinin son dönemlerin en düşük seviyesine gerilemesi Türk ekonomisinin en kolay çözülecek ilk sorununun ne olduğunu göstermiştir.
Biraz hukuk, biraz düşük tansiyon ekonomide tüm sorunları çözmez ama önemli rahatlık sağlar.
Emreciğim, burada televizyon izlerken yeni takıntılar edindim.
Haber ya da program sunucularının hatalarına sinir oluyorum.
İzin verirsen bunlardan birini burada düzeltmek isterim.
Bir kültür-sanat programında sunucu kızımız “ünlü tenör“ diye bir şey söyledi.
Tenör, bir madenin çıkarıldığı kayaçtaki oranına denir, bir tonda kaç gram olduğunu anlatır.
Erkek ses sanatçılarının sınıflandırılmasındaki en iyi ses diyebileceğimiz ise tenör değil, tenordur.
Mesela rahmetli Pavarotti tenordur, tenör değil.
Televizyon eleştirmenliğine devam edeyim biraz.
Galiba Now TV’de, çok hoşuma giden bir dizi izledim.
Dizilerle pek ilgim olmaz bilirsin, Hande’nin yazdığı dizileri izlerim.
Şakir Paşa Ailesi’ni izlemiştim en son.
Bir de Kadın’ı izlerdim.
Şimdi cezaevinde bazı dizilere göz atıyorum ama çoğu eskilerin tekrarı.
Ama perşembe akşamı Halef diye bir diziye denk geldim, galiba çarşamba akşamı asıl yayın akşamı.
Normalde aşiret dizileri çok ilgimi çekmez ama bu Halef ilginç.
Bu kadar iyi bir kast, yani oyuncu seçimi görmedim desem yeri.
Sanki oyuncu seçmemişler, bir aşiretler kavgasının gerçek karakterlerle belgeselini çekmişler.
Renkler, genel hava çok başarılı.
Yönetmen kim bilmiyorum ama bayıldım.
Bayıldığım ve kaçırdığım için üzüldüğüm bir başka şey ise Mor ve Ötesi’nin senfonik konseriydi.
Harun Tekin’i görürseniz benim adıma kutlayın.
Görebildiğim kadarıyla muhteşemdi.
Bolşoy Balesi’nin Romeo ve Juliet’ini de kaçıracağım için üzülüyorum, o da ayrı…
Ertuğrul Özkök büyüğümüz boş koltuğa konuk olmuş.
İzlemedim ama yazısını okudum, sağ olsun.
Bizim toplantı odasındaki lambalı amplifikatörden ve pikaptan bahsetmiş.
“Hoparlör yoktu galiba, plak da göremedim” demiş.
Dikkatli bakmamış olsa gerek.
Çünkü pencerenin önünde iki tane dev gibi Klipsch hoparlörü görürdü.
Ya da benim yokluğumda sen hoparlörleri sattın birine…
Plakların ise bir kısmı oradaki dolabın çekmecelerinde, Deutsche Grammophon koleksiyonu ise benim odamda idi son bıraktığımda.
Ertuğrul abiyi okuyunca o amplifikatörü aldığım günü hatırladım.
20 yıl olmuştur herhalde…
Avusturyalı butik üretici Ayon’un lambalı amplisi....
Ne güzel ne derin bir sesi vardır…
Ama oradaki hoparlörlerle iyi olmadı, farkındayım.
Cumartesi günü, doğum günümde, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Özay Şendir çok hoş bir armağan yollamış avukatım aracılığı ile.
Milliyet arşivinden, doğduğum yıldan bu yıla kadar tüm 20 Eylül nüshalarının birinci sayfalarını…
Çok hoşuma gitti, sağ olsun.
Bu haftaya başlarken bu kadar yeter diyelim.
İki çok iyi kitap okuyorum demiştim ya onları anlatıp bitireyim en iyisi.
Biri, Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan “Türkiye'nin Taksimi Bir Diplomasi Tarihi 1913-1923” adlı kitap.
Profesör Harry Howard’ın 1931’de yazdığı, Tarih Kurumu’nun 1942 yılında çevirisini yaptırdığı ama uzun yıllar yayınlamadığı bir kitap.
Atatürk ve silah arkadaşlarının, nasıl bir enkazdan bir devlet çıkardığını anlatan bir eser.
Mustafa Çufalı ve Veysel Bilgiç yayına hazırlamış ve iyi iş çıkarmışlar.
Osmanlı özentileri okusunlar da bir zamanlar muhteşem bir imparatorluk olan Devlet-i Aliyye son 200-250 yılda nasıl tükenmiş, bir görsünler.
Bir diğer kitap ise benim yedi-sekiz sene önce Fransızca’sını okuduğum ama şimdi 2023 yılında güncellenmiş haliyle Türkçe’ye çevrilmiş “Nadir Metaller Savaşı” adlı çalışma.
Fransız Guillaume Pitron tarafından yazılmış ezber bozan bir kitap.
Herkese tavsiye ediyorum.
İş Bankası Yayınları’na da bu kitap için teşekkür ediyorum.
Bunu da söyleyip, tavsiyemizi yapıp noktalayalım.
Herkese de tutuklamasız, gözaltısız, gerilimsiz güzel bir hafta olsun…
Herkese huzurlar diliyorum!
X’te yazı hakkında yorumlarınızı paylaşın.
Geçmiş yazılar
Videolar