İYİ Parti İBB ve ABB’de aday çıkaracak mı?

Dün öğleden sonra İYİ Parti’nin İstanbul ve Ankara’da da yerel seçimlere kendi adayı ile gireceği haberi ajanslara düşünce şaşırdım.

Bu çok açık biçimde İstanbul ve Ankara’yı Cumhur İttifakı’na bırakmak anlamına geliyordu.

CHP, Kılıçdaroğlu’na kızgın seçmenin, Kılıçdaroğlu’na rağmen ve belki de Kılıçdaroğlu gider umudu ile Ekrem İmamoğlu’na oy vermesi halinde bile, İstanbul’da tek başına kazanamazdı. Belki AK Parti’den biraz daha fazla oy alabilirdi ama Cumhur İttifakı’nın kayıtsız şartsız beraberliğini aşamazdı.

Ankara’da ise Mansur Yavaş’a olan teveccühe rağmen durum daha da zor olabilirdi. (Tabii her iki ilde de mevcut başkanların aday olması halinde)

İki belediyeyi de Cumhur İttifakı’na yani AK Parti’ye geri vermek anlamına gelen bu açıklamanın arka planını sormak için Meral Akşener’i aradım.

Ancak Meral Hanım’ın bende kayıtlı cep telefonu “Bu numara artık kullanılmıyor” diyordu. Özel kalemini arayınca, Akşener’in geçen Mayıs ayından bu yana bu telefonu kullanmadığını öğrendim. Neyse ki, sonrasında o beni aradı.

“Ankara ve İstanbul’da yerel seçimlere kendi adaylarınızla girecekmişsiniz, doğru mu?” diye sordum.

“Kürşad Bey’i (Prof. Kürşad Zorlu) tanırsınız. Bu, onun temkinli üslubudur. Tedbiren böyle bir şey söylemeyi uygun görmüştür.” dedi.

“Yani?” dedim.

“Yerel seçimde ittifak zaten yok. Aday isimleri üzerinde anlaşmalar, uzlaşmalar olabilir. Şu an için de ortada üzerinde konuşulacak, uzlaşılacak isimler olmadığı için Kürşad Bey de bizim kendi adayımızı çıkaracağımızı söylemiştir. Prensip olarak uzlaşamadığımız her yerde adayımızı çıkarırız. Ortak adaylara kapalı değiliz ama bu her halükarda destekleriz anlamına da gelmez.” dedi.

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi kendisine gönderildiği söylenen e-mail iddiasıyla ilgili olarak ise ne böyle bir e-mail görmüştü, ne de böyle bir içerikle ilgili bilgisi vardı. Ancak partide ilgili kişiler bunu araştırıyordu ve doğrusu ne ise açıklayacaklardı.


Üniversiteye girişte oyun üzerine oyun

Hatırlarsınız herhalde, pandemi dönemiydi. Yurt dışında okuyup “mağdur!” olan öğrenciler için bir düzenleme yapılmıştı. Yabancı bir ülkede okuyan üniversite öğrencilerinin okuduğu okul eğer dünya sıralamasında ilk 1000’in içinde ise, o okullardaki Türk öğrenciler Türkiye’deki üniversitelere yatay geçiş yapabilecekti.

Yaptılar da…

Pek çok öğrenci bu haktan faydalandı ve hemen ardından dönemin YÖK Başkanı Yekta Saraç bir açıklama yaptı: “Bu hakkı kötüye kullananlar oldu. İlk 1000’e giremeyen üniversitelerden geçenler olmuş. Bakıyoruz. Gereğini yapacağız. Okullarla ilişkilerini keseceğiz” dedi.

Bir gelişme olmayınca Prof. Saraç’ı aradım, “Bu konuda Ukrayna’da bir üniversite çok öne çıkıyor. Buranın tıp fakültesi öne çıkıyor.” dedi. Bu “hak hırsızı” öğrencilerin durumları ile ilgili olarak ise “Biz ilişiği kessek bile müktesep hak diye yargıdan dönüyor” diyerek bu öğrencilerin haksız girdikleri okullarında kalacaklarını itiraf etmiş oldu. (Buna karşın bir İdare Mahkemesi Başkanı beni arayarak “Olmaz öyle şey. Haksız bir işlem müktesep hak olmaz. Yekta Bey atsın bunları bizim önümüze gelecek. Biz de Yekta Hoca’yı destekleriz” dedi.)

Muhtemelen ailelerin gücü, YÖK Başkanı’nın gücünü aştı. YÖK Başkanı gitti. Öğrenciler okullarında kaldı. Haksızca girdikleri okullarından pek yakında mezun olacak, doktor, belki de hukukçu olarak karşımıza çıkacaklar.

Biz hâlâ bu rezaleti içimize sindiremezken, çok saygın bir öğretim üyesi dün şöyle bir bilgi verdi.

Aynen paylaşıyorum:

“Üniversitelerde yıllardır süren bir başka haksızlık var. Anne veya babasının bir başka vatandaşlığı daha olan Türkiye’de doğmuş, ilkokulu, liseyi, burada bitirmiş gençler Türk vatandaşlığından çıkıp yabancı öğrenci sınavına giriyorlar.

Türkçe bilgisiyle bu yabancı öğrenci sınavı sıralamasında üstün başarı gösterip (?) en yüksek puanla girilebilen tıp fakültelerine, hukuk fakültelerine giriyorlar.

Sonra yabancı öğrenci ücreti vermemek için tekrar Türk vatandaşlığına geçiyorlar.

Hem başka Türk öğrencilerin hakkını yiyorlar hem de yabancı öğrenci kontenjanından beklenen gelir bu yüzden beklendiği kadar da olamıyor.

Bırakın başkalarını, bizim Fakültemizde bir profesör kızını böyle kendi görev yaptığı hukuk fakültesine soktu.

Bu profesör Kemal Alemdaroğlu vasıtasıyla fakültemize gelmiş, rektörlüğü sırasında Alemdaroğlu’nun kadrolu resmî danışmanıydı. Sonra FETÖ’cülerin işbirlikçisi oldu, tahmin edin şimdi de kimlerin yakınında.

Şikayet ettik, usule uygun bulundu, kızını mezun etti, sonra bir Anadolu Üniversitesi’ne asistan yaptı. Derken İstanbul’da bir üniversiteye geçirdi. Sistemin ne kadar kof, adaletsiz, istismara açık olarak dizayn edildiğini ve aslında bir ideolojiye ve aidiyete bağlı olmaksızın çeşitli kanallarla kolayca anlaşabilen istismarcıların sessiz, sakin ve kendinden emin dayanışmasıyla tıkır tıkır işlediğini, kayıkçı kavgasının görünen ve görünmeyen sebepleri olabildiğini bir hukukçu, bir öğretim üyesi olarak anlıyorum.”

Bana bu bilgiyi veren saygın akademisyene “Bunları yazabilir miyim?” diye sordum.

“Tabii ki” dedi ama bir şartı vardı.

Bir siyasetçinin Kosova’da kurduğu üniversitede yüksek ücretle hukukçu üretimi yapıp Türkiye’ye ihraç ettiğini de yazacaktım, onun tabiriyle “sizin Galatasaraylı” iki kardeşin Kıbrıs’ta kurduğu bir uzaktan eğitim üniversitesi ile “hukuk mezunu” imal ettiğini de.


Kandırıkçı 

Hatırlayacaksınız, Kemal Kılıçdaroğlu’nu adaylığa ikna etmek isteyen parti içindeki bazı isimlerin, Kemal Bey’e “derin devletin adamı” diye, “MİT’in adamı” diye birilerini götürüp “Kemal Beyefendi devlet sizin aday olmanızı istiyor. Bu ülke Ekrem İmamoğlu gibi henüz rüştünü ispat etmemiş birine, Mansur Yavaş gibi ilişkileri bilinmeyen birine emanet edilemez. Siz devlet adamısınız. Bu yüzden siz aday olmalısınız” diye Kılıçdaroğlu’nu adaylığa ikna etmeye çalıştıklarını yazmış idim.

Son ortaya çıkan olaylar, haklılığımı kanıtlar nitelikte.

İddiaya göre AK Parti ve MHP ile çok yakın biri olan, Afrika, Rusya, Türk cumhuriyetlerinde “Devlet adına” iddiasıyla fink atan olan, Hasan Cengiz adında birisi, Kılıçdaroğlu’nun aday olması için 100 milyon dolar dağıtmış.

Bu iddia.

İddia olmayan taraf ise, Hasan Cengiz’in 100 milyon dolar iddiasını dile getiren Levent Gültekin’in iftira attığını iddia etmesi ve bu yüzden bu dava açacağını söylemesi ama “Ben Avrasyacıyım. NATO’ya karşıyım. Çin’e de karşıyım. Rusya ile fazla yakınlaşmayı da doğru bulmuyorum. Evet ben Kılıçdaroğlu’nu destekledim. Kendisini yerli ve milli buluyorum. Artık CHP’yi destekliyorum” dediği.

Ama artık CHP’yi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediğini söyleyen Hasan Cengiz’in sosyal medyadaki profil resmi hâlâ Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı.

Ve Kemal Kılıçdaroğlu belli ki, buna bakmayı bile akıl edememiş.

Ağlasam mı, gülsem mi, yoksa Celal’i arayıp kutlasam mı bilemedim!


Kazadan bile siyasi kamplaşma çıkardılar

Çok ama çok ilginç.

Bizim sıradan bir “adalet arayışımızı” nasıl da bir anda “siyasal bir kamplaşmaya” dönüştürdüler.

Anlaşılmaz bir kafa.

Karabük’te meydana gelen bir kazanın, sonradan ortaya çıkan görüntüleri ile ilgili yazım, beni bir kez daha “siyasal İslamcı” medyanın ve bunların uzantılarının hedefi yaptı. Siyasal kamplaşma, bir kazayı bile siyasi malzeme haline getirdi.

Oysa yaptığımız basit bir soruyu sormaktı: Vali görev başında iken bu görüntüler niye ortalığa çıkmadı?

Çünkü görüntülerde valinin oğlunun kullandığı otomobilin, yavaşlayarak ve hatta durarak girmesi gereken kontrollü geçiş uyarısı yapılan kavşağa büyük bir süratle girdiği görülüyordu. İki öğretmen ölmüştü. Oğullarına da valinin otomobilinin kaskosunu yapan firmadan haciz gelmişti.

Aman Allahım, demediklerini bırakmadılar.

Vali Gürel ise “O görüntüleri saklamadım” açıklaması yaptı.

Peki Sayın Gürel, yerel basın kazanın olduğu günlerde bu görüntülerin peşine düştüğünde bu görüntüler niye kamuoyu ile paylaşılmadı? Yerel gazeteci Kazım Yılmaz 1 Temmuz günü en sonunda sosyal medya üzerinden “Bu görüntüleri paylaşın lütfen” diye yalvardığında niye bir yanıt verilmedi?

Her kazada, Türkiye’nin her yerinde medyaya servis edilen bu görüntüler bu kez niye saklandı?

Onu da bir anlatsanız Sayın Gürel. Anlatsanız da öğrensek.


Büyük Zafer

Bugün Anadolu’yu düşman işgalinden arındıran ve 4 yıl düşman işgali altında inleyen payitaht İstanbul’un kurtuluşunun yolu açan Büyük Zafer’in 101. yıldönümü. 

Ben de bugün bu zaferi en iyi anlatan ve en iyi yorumlayan tarihçi olarak gördüğüm Dr. Selim Erdoğan ile enfes bir program yaptım. 

Harp coğrafyası uzmanı Erdoğan, bir kez daha bu zaferi ve Atatürk olmadan bu zaferin mümkün olup olmayacağına anlattı. 

Bugün öğle saatlerinden itibaren YouTube kanalımda bu şahane sohbeti izleyebilir ve bu zaferi kazanan isimli ve isimsiz kahramanları bir kez daha saygı ile anabilirsiniz. 


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Aptallıkla hainlik aynı sonucu verdiğinde hangisi olduğunun önemli olmadığını anladığımız zaman.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Erişilebilirlik Araçları