Sempatinin kaybını Başbakan değerlendiriyor

“BAŞBAKAN niye hâlâ bu kadar sert konuşuyor?” diyor pek çok kişi.

Konuşur. Daha da konuşacak, çünkü yine “damarı yakaladı”.

Çünkü “o mantalite” yine hata yaptı.

Gezi Parkı eylemleri, ilk başladığında toplumun geniş kesimlerinde bir sempati elde etmişti.

“Temiz ve iyi niyetli” bir eylem olarak görülüyordu.

Gerçekten de öyleydi.

Gençler seslerini duyurmak istiyordu.

Gençler Gezi’yi de bahane ederek “özgürlük” mesajı veriyordu.

Zaten önce Cumhurbaşkanı, sonra Arınç, ardından da Başbakan “Mesaj alındı” dedi.

Gençler işlerini başarıyla yapmıştı.

Ama sonra “o mantalite” devreye girdi.

“Sıkıştırdık, üzerine gidelim.”

Eylemler sürdü.

Ortaya kötü manzaralar çıktı.

Herkes önce polisin “orantısız güç kullanımına” kızarken, bu süre sonra iş döndü “eylemcilerin” orantısız güç kullanması gibi bir tablo oluştu.

Zaten eylemin gerçek sahipleri de ortadan kayboldu ve birileri “parsayı toplamaya” kalkıştı.

Bu sırada da ortaya “sıradan Türk insanının” pek de tasvip etmediği görüntüler çıktı.

Sıradan, ortanın sağında ve hatta biraz da solunda olan ve aslında eyleme başlangıçta pozitif bakan insanlar, “Bu kadar da olur mu canım” demeye başladılar.

Polise olan öfke bir anda tersine dönmeye başladı.

1990 kuşağının eylemi, daha önce sınıfta kalmış olan bir başka kuşak tarafından ele geçirilip mundar edilince ve “sağ veya sol muhafazakâr” Türkler tarafından eleştirilmeye başlanınca Başbakan Erdoğan hemen damarı yakaladı.

Başladı veryansın etmeye.

Başladı eylemcilere yönelik sert mesajlar vermeye.

Başbakan Erdoğan “bir gün”le kaçırdığı eylemleri başlamadan bitirme fırsatını kullanamamıştı.

Ama eylemciler de “bir gün”le “Derdimizi anlattık, şimdi sonuçlarını görmeliyiz” fırsatını kaçırdılar. Daha doğrusu birileri devreye girip bu fırsatın değerlendirilmesini engelledi.

Arkasından da sıradan vatandaşın tepkisine neden olan görüntüler ortaya çıktı.

Başbakan şimdi eylemcilerin kendisine altın tepsi içinde sunduğu fırsatı değerlendiriyor.

Seçime kadar da değerlendirecektir.

 

Bayar da CHP’liydi, Menderes de

GEZİ Parkı’na kışla yapılması tartışmalarında biraz geriye gitmek istiyorum.

Aslında bu geri gidiş “genel tartışmalarla” ilgili de bir geri gidiş olacak.

Başbakan Erdoğan, Gezi Parkı’ndaki kışlanın yıkılmasıyla ilgili tartışmaların başladığı günlerde, kışlanın yıkılmasıyla ilgili olarak dönemin İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ı suçladı ve “CHP zihniyeti” dedi.

Sık sık yaptığı gibi.

Daha önce bu köşede yazdığım gibi, Taksim Kışlası’nı İstanbul’un kent planlamasını yapan Fransız Mimar Prost’un isteğiyle, yine dönemin İstanbul Valisi Lütfi Kırdar yıktırmıştı.

Yıl 1940’tı ve haliyle Türkiye’yi CHP yönetiyordu. Başka bir parti olmadığı için, başka bir partinin yönetiyor olması da imkânsızdı.

Ama unutulmaması gereken bir şey var, o gün CHP hükümetinin İstanbul Valisi olan Lütfi Kırdar, çok partili hayata geçilmesinden sonra siyasete atılmak için Demokrat Parti’yi seçmiş, Demokrat Parti hükümetlerinde bakanlık yapmıştı.

Ortada bir “kafa” var ise o kafa CHP kafası değil, o dönemin “devlet” kafasıydı.

Keza Adnan Menderes.

O da 1930’ların başında CHP’ye katılmış, CHP Aydın Milletvekilliği yapmış, ihraç edildiği 1945 yılına kadar CHP içinde görev almıştı.

Adnan Menderes ile birlikte Demokrat Parti’yi kuran Celal Bayar da CHP’liydi.

O da 1945 yılına kadar CHP’de en üst düzeyde görev yapmış, 1 Kasım 1937 yılından 25 Ocak 1939 yılına kadar başbakanlık görevini yürütmüştü.

1937 yılında İsmet İnönü’yü görevden alan Mustafa Kemal Atatürk, CHP hükümetinin başına Celal Bayar’ı uygun görmüştü.

Dersim olayları sonrası idam edilen Seyit Rıza’nın idamı sırasında Başbakan Celal Bayar’dı.

2. Dersim Harekâtı da Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde yapılmıştı.

O yüzden de o yıllarda olan bitenlere ne “CHP’ kafası diyebiliriz, ne de “Bayar” kafası diyerek olan bitenin faturasını Demokrat Parti’nin kurucusu ve lideri Celal Bayar’a yıkabiliriz.

Varsa bir hata, bir yanlışlık, bir ayıp o “dönemin” ayıbıdır, yanlışıdır, hatasıdır.

Bugünkü CHP’nin hatası ise o günün yanlışlarını eleştirememek, o günkü hataların özeleştirisini yapamamaktır.

 

Ciddiye alınmak ayıp değil Mehmet

MEHMET Baransu geçen haftaki bir yazıma yanıt verdi.

“Ben adam olmazmışım.”

Zaten kimsenin adam olmak gibi bir iddiası olmamalı.

“Adam olmaya çalışmak gibi bir süreç yaşamak yeter” diyerek Baransu’nun suçlamalarına yanıt vermek isterim.

Cuma günü yazdıklarımı okudunuz mu bilmiyorum.

Okumayanlar için özetleyeyim.

Dedim ki: “O gün dünya borsaları FED Başkanı Bernanke’nin açıklamalarıyla düşerken, Borsa İstanbul en yüksek düşüş yaşayanların bile iki misli düştü. Sorup soruşturdum, bu sert düşüşün arkasında o günkü haberler ve dedikodular varmış. Mehmet Baransu’nun ‘Bülent Arınç istifa etti’ haberi, piyasalarda ‘AK Parti içinde bir grup ayrılacak’ dedikodusuyla birleşince istikrar bozuluyor endişesiyle özellikle yabancı yatırımcılar satışa geçmişler, İstanbul Borsası bu nedenle daha yüksek bir düşüş gösterdi.“

Yazının hülasası bu.

Dayanağım ise ekonomik veriler.

FED’in yarattığı depremden sonra en fazla değer kaybeden borsalar sırasıyla şöyle:

Ben de Türkiye’nin bunlara oranla çok hızlı düşüşünün arkasında “dedikoduların” olduğunu yazdım.

Mehmet Baransu dün geniş dönemli bir grafik yayınlayarak düşüşün sürekli ve eşit olduğunu, ancak “kendi yazdıklarıyla alakası olmadığını” söylemiş.

Bilemem. Belki de Mehmet Baransu’nun dediği gibidir.

Ama yazdıklarının doğru çıkmasıyla övünen bir gazeteciyi piyasaların ciddiye alması, o gazeteci için utanılacak bir şey değil.

Baransu niye alınmış, anlamadım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Adam olmamak ayıp olduğu zaman.

Erişilebilirlik Araçları