Haram yerken basılan şeyh

Dün Zincirlikuyu Kabristanı’na uğradım sabah erken saatlerde.

Ne zaman önünden geçsem, girerim içeri.

İki nedenle.

Hem rahmetli babamı ziyaret edip onu ne kadar sevdiğimi bir kez daha söylemek için, hem de mezarlıkların çok ciddi bir terapi merkezi olduğunu düşündüğüm için.

Mezarlar arasında dolaşırım.

İsimleri okurum.

Doğum tarihlerine bakarım, ölüm tarihlerine bakarım.

İsimlere bakarım.

Yeri doldurulmaz zannedilenlerin yerin altında olduklarını görürüm.
Güç ve servetinin yanına yaklaşılamayacakların yanına yaklaşırım, hayatında birbirine selam vermemiş, birbirinden nefret etmişlerin sonsuza dek komşu olmasına tebessüm ederim.

Hayatın ne kadar değerli ama bir o kadar da anlamsız olduğunu idrakin, havalanmış ayakları yere bastırmanın yeridir mezarlıklar.

Zincirlikuyu’nun giriş kapısının üzerindeki “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” sözü ise bana her zaman başka bir anlam ifade eder, her zaman bambaşka bir şey hatırlatır.

Dün ise Yılmaz Özdil’i hatırlattı birdenbire.

Sabah evden çıkmadan okumuştum yazısını, belki de ondan.

Özdil, iki gün önce bir televizyon programında Beşar Esad’ın Türk gazetecilere verdiği röportaj üzerine yorum yapıyordu ve Beşar Esad Başbakan Erdoğan’a verip veriştirince, “Ben bu Hacivat kılıklı adama ülkemin Başbakan’ını harcatmam” demişti.

Ve dünkü köşesini de bu cümlesi üzerine kendisine gelen tepkilere ayırmıştı. Belli ki, Yılmaz Özdil’in bu cümlesi “müritlerini” oldukça öfkelendirmiş.

Ne satılmışlığı kalmış, ne karaktersizliği, ne AKP’liliği, ne şerefsizliği.

Hakaretin bini bir para olmuş.

Yılmaz Özdil de hayli üzülmüş, hayli bozulmuş, kırılmış.

Bilirim o hissi.

İnsan olmadığı bir şeye benzetilince, yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanınca kırılır, üzülür, dertlenir.

 

ZOR VE KOLAY GAZETECİLİK

Aslına bakarsanız iki tür gazetecilik vardır.

Zor ve kolay gazetecilik.

Kolay olan bir fikri cemaatin sözcülüğüne soyunmak, sırtını ona dayamak ve oradan karşıt fikrin cemaatine sövüp saymaktır.

Kendi cemaatiniz müritlik derecesinde bağlı olur size, karşı cemaat ise saydırır durur.

Ama en azından yüzde 50’lik bir desteğiniz garantidir.

O yüzde 50 ile karşılıklı iman tazeler, bu kısırdöngü “inanmışlık” içinde mutlu olursunuz.

Postunuz sağlamdadır.

Zor olan ise doğruyu arama ve kendi doğrularını söyleme gazeteciliğidir.

Asla ve asla sağlam bir yüzde 50’niz yoktur.

Her lafınızla birini kızdırırsınız, her cümlenizle farklı bir cemaatle ters düşersiniz.

Asla ve asla müritleriniz olmaz.

Bir gün bir taraf “Doğru söylemiş” der, bir gün diğer taraf.

Bir gün bu taraf küfreder, ertesi gün diğer taraf.

Ama günün sonunda herkesin sizden nefret etmek için bir nedeni birikir.
Yalnız kalırsınız.

Tek kişilik bir tarikatın, klavye başında zikir yapan hem şeyhi, hem müridisinizdir.

 

KARŞITLIK DEĞİRMENİ

Yılmaz Özdil’in başına gelen gerçek bir felakettir aslında.

“Haram yerken basılan şeyh”ten farkı yoktur yaptığının.

Ve bu yüzden de hakaretlerin en ağırına maruz kalmış belli ki!

Kendi müritleri tarafından taşlanmış.

Yazık!

Ve yine AK Parti’yi suçlamış içine düştüğü durum için.

“Ülkeyi öylesine kamplaştırdılar ki, bakın başıma bunlar geldi” demeye getirmiş yazısında.

Haklı ama yüzde 50 haklı.

Evet doğru, AK Parti’nin ülkede bir “karşıtlık” yarattığı gerçek.
Ama o karşılığın bir de “karşı” tarafı var.

Bu karşıtlığı büyük oranda AK Parti yaratmışsa, Yılmaz Özdil ve benzerleri de bu “karşıtlık değirmenine” az su taşımadılar.

İyisine de kötü demenin, kötüyü de iyileştirdiğini asla anlamadılar.
Afyonlu yazılarıyla kendilerinden geçmiş müritlerinin şehvetli ‘’Huu’’larında kendilerini en az suçladıkları, ‘’Tu kaka” demeyi görev haline getirdikleri karşıtları kadar kaybettiler.

Hiçbir zaman göremediler ki, bu değirmen sonunda kendine su taşıyanları da çarkları arasına alıp ezecek ve daha büyük kovalarla, daha çok su taşıyanları arayacak.

Yine de Yılmaz Özdil için üzüldüm.

Zincirlikuyu’nun kapısında kendisini hatırlamam belki de bu yüzden.
Her gazeteci bir gün küfrü tadacaktır.

Kendini bir cemaatin şeyhi konumuna taşıyanlar bile…

 

Ağar’a bakın ve düşünün

MEHMET Ağar için üzülüyorum. Geçmişte yaptığı her şeyi onayladığım veya saygı duyduğum için değil. Ama bir dö ne min tüm su çu nu onun omuzları üzerine yıkıp, onunla hesaplaşılarak dönemle hesaplaşılacağı zannedildiği için. Bir el, kime ait olduğundan emin olamadığım bir el 1990’lı yılların “devlet politikası”nın hesabını Mehmet Ağar adına fatura ediyor. Peş peşe davalar, zamanaşımına saatler kala kabul edilen iddianamelerle… Tamam Mehmet Ağar suçlu, Mehmet Ağar ayıplı. Peki o dönemin siyasi sorumluları kim, “o” devlet politikasının mimarları kim? Onlar nerede? Onlara hesap sormak yok mu? Diyelim ki, Mehmet Ağar kendisine isnat edilen her türlü suçu işledi, bütün bunları kendi kafasına göre mi yaptı? Öyle yaptıysa bile, ki hiç zannetmiyorum, o gün ona göz yuman siyasi otoritenin hiç mi suçu yok! Dönemin başbakanının, bakanlarının, Genelkurmay’ının, Milli Güvenlik Kurulu’nun elleri temiz mi! Mehmet Ağar için gerçekten üzülüyorum. 20 yıllık bir dönemin tüm sorumluluğunu, birkaç suç üzerinden Mehmet Ağar’a yükleyip, Mehmet Ağar üzerinden “devletin ellerini yıkamak” belki Mehmet Ağar gibi ömrünü “devlete adamış” biri için kabul edilebilir bir durumdur, ama vicdanlar için kabulü zordur. Ve bir yandan da Mehmet Ağar’ın bugün yaşadıkları, bugün ve yarın için herkese “ders” niteliğindedir. Bir dönem “kendini devlet zannedenlerin” emriyle “her şeyi legalleştirmek”, bir başka dönem hesap vermeyi gerektirir. Asla ve asla da “Ben yapmadım, yaptırdılar” diyemeden…

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Komşunun tavuğunu kaz görmediğimiz zaman.

Erişilebilirlik Araçları