Kışla yerel seçimden sonra yapılır

LİNÇ edecek birini arayanların “kurban” bulduğu Teke Tek’te Başbakan’a ilk sorumdu bu.

“Tayyip Bey, siz sürekli anketlerle halkın nabzını tutan, atacağı her adımdan önce mutlaka bununla ilgili anket yaptıran bir lider olarak Taksim Gezisi’ne yapılacak Topçu Kışlası için halktan gelen tepkileri de göz önüne alıp bir anket yapsanız, bir mini referandum, en azından İstanbul halkına sorsanız olmaz mı?” diye “yumuşak ve demokratik” bir öneriyle başladım.

Başbakan’ın yanıtı net ve sertti.

“Ecdadımızın yapmış olduğu bir eseri yeniden yapmak için izin mi alacağız” dedi.

10 gün sonra bakıyorum o noktaya gelmiş gibi görünüyoruz.

Peki geldik mi?Bence gelmedik.

Başbakan bence yeni bir kart açıyor.

Rakibe “rest” çekiyor.

Geçen zaman içinde rakibin elini gördü ya da rakip elini açık etti.

Ve Başbakan kozunu oynadı.

“Plebisit yapalım.”

Yani “Halka soralım”, İstanbullulara soralım.

Demokratik mi?

Demokratik.

Modern kentlerde zaman zaman uygulanan bir yöntem mi?

Uygulanan bir yöntem. Hatta mahalle bazında bile uygulanan bir yöntem.

Başbakan biliyor ki, muhatapları bunu kabul etmeyecek.

Kendini eylemlerin öncüsü olarak gören Taksim Platformu, “Böyle hayati bir mesele için plebisit olmaz. Kışla yapılmasın” diyecek.

Başbakan, “Ama hani halkın fikri önemliydi, hani halk istemiyordu? Ben de sizi dinleyip halka soruyorum” diyecek.

Taksim Platformu, “Halka sorarsak su havzalarının imara açılmasını da isterler” yanıtını verecek.

Başbakan, “Onlar yasayla korunuyor. Yasayı uygulayıp uygulamamayı halka soramayız. Ama bu kentin içine yapılacak bir şey. O yüzden halka sormakta sakınca yok” diyecek.

Taksim Platformu sıkışıp kalacak.

Sonunda Başbakan, “Siz de ne ona varsınız, ne buna. O zaman yapıyorum” diyerek kışlanın inşaatını başlatacak.

Benim tahminime göre de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı AK Parti’nin adayı kazanırsa yerel seçimlerin hemen ardından yapacak bunu.

Yerel seçim galibiyetini “kışlaya da onay” olarak görecek çünkü.

Not: Türkiye’de daha önce plebisit yapıldığını hatırlamıyorum. Son olarak Hatay’da “Türkiye’ye bağlanmak için” bir plebisit yapılmış ve Hataylıların “Evet” demesi üzerine 1939 yılında bağımsız Hatay Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmıştı.

 

Kamera önünde, kapalı kapılar ardında

BAŞBAKAN Erdoğan’la yapmış olduğumuz son Teke Tek’ten sonra yapılan eleştirilere diyeceğim yok, ama hakaretler ve hepsinden çok da benim açımdan utanç verici olan benzetmeler ağırıma gidiyor doğrusu.

Bana sövenlere “Neyi sormadım?” diyorum.

Yanıt yok.

İki ayyaştan kasıt Atatürk ve İnönü mü, diye sormadım mı?

Her içki içen alkolik değildir, demedim mi?

Atatürk Kültür Merkezi’ni Atatürk adından rahatsız olduğunuz için mi yıktırıyorsunuz, diye sorup “Yapılacak olan yenisine de Atatürk Kültür Merkezi adını vereceğiz” yanıtını almadım mı?

O insanlar çapulcu değil. İçlerinde marjinaller, yasa dışı gruplar da olabilir, ama çoğunluğu bizim de çevremizden, hatta sizin bile çevrenizden insanlar, demedim mi?

Hepsini dedim.

Bütün bunlar bir Başbakan’a nasıl söylenebilirse, nasıl söylenmeliyse öyle dedim.

Ama öfkeli kalabalık kurban arıyordu, o günün kurbanı bendim.

Önceki gün de Gezi Parkı eylemcilerinden bir grup, Başbakan’la oturup saatlerce konuştu.

Fotoğraflara baktım.

Herkes gülüyordu.

Ne konuşuldu diye merak ettim.

Sordum soruşturdum.

İçeriği ve sohbetteki üslubu öğrendim.

Ben Teke Tek’te hangi üslupta konuştuysam, ne dediysem üç aşağı beş yukarı aynı üslup ve aynı söylem kullanılmış.

Tek fark, benim tüm bunları kameralar önünde yapmış olmam, onların ise kapalı kapılar ardında.

Ve herkesin unuttuğu bir şeyi de ne yazık ki kendim hatırlatmak zorunda kalıyorum.

Gezi Parkı tartışması, benim programdan beri o programda söylenen sözler üzerinden yürüyor.

 

Medyaya değil liderlere bakın

DÜN uluslararası haber televizyonlarının Türkiye’yle ilgili yayınlarının “sıradan” olmadığını yazdım.

Ve yine dün uluslararası bir haber organizasyonunun geçmişte uzun süre Türkiye’de görev yapmış editörüyle konuştum.

“Bu yayınların arkasında senin ima ettiğin türde bir yaklaşım, bir komplo falan yok” dedi.

“Türkiye’de olan bitene hiç bu kadar zaman ayırmazdınız. Birdenbire Suriye’yi bile unutup Türkiye’ye odaklandınız. Çok kişi bunu garip buldu” dedim.

Nedenini anlattı.

“Bu odaklanmanın birkaç nedeni var. Biri Suriye. Bölgede zaten istikrarsızlık varken, bir de Türkiye’nin istikrarsızlaşma ihtimali herkesi ilgilendiren bir durumdu, bu yüzden önemliydi.

Bir diğer unsur ise Türkiye’de artık bir baskı rejimi olduğuna inanıyor Batı kamuoyu ve olayları baskı rejimine karşı bir tepki olarak gördük ki, bunu daha önce bölgedeki benzer olaylarda Türk basını da yaptı. Sizde de Mısır’la çok ilgilenilmezdi ama Tahrir olunca günlerce yazdınız ve şunu bilin ki, biz Türkiye’de olanları Mısır’la hiç kıyaslamadık. Türkiye’ye önem vermemizin nedeni, baskı rejimiyle halkın arasındaki gerilimdi.

Türkiye’deki bu olaylara önem vermemizin bir başka nedeni ise vicdaniydi. Biz yıllarca AKP’yi özgürlükçü bir iktidar olarak tanıdık ve tanıttık, ama şimdi hata yaptığımızı düşündüğümüz için biraz da bu yüzden kendimizi sorumlu hissediyoruz.”

Bunun üzerine bir soru sorma ihtiyacı hissettim.

“Peki, hemen hepinizin ortak bir dil kullanması niye? Sanki tek merkezden yönlendirilmiş gibiydi” dedim.

“Bu tamamen oradaki arkadaşlarımızın tavrı. Büyük bir olasılıkla orada daha çok eylemcilerle beraber olmalarından, polis şiddetine eylemciler kadar maruz kalmalarından ve Avrupalının genelde birlikte olmasından kaynaklanan bir şeydir.”

“Bu kadar basit mi yani” dedim.

“Medya açısından bu kadar basit, ama Türkiye açısından bu kadar basit değil” dedi.

“Asıl dikkat etmeniz gereken, diğer ülkelerin liderlerinin aldığı tavır. Hiçbiri Türkiye’deki hükümete, Başbakan Erdoğan’a destek verici yönde konuşmadı. Türkiye açısından bu önemli bence. Hükümetiniz buna dikkat etmeli” diye noktaladı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Eşekten düşenler, başkasını da eşekten düşürmeye değil halinden anlamaya çalıştığı zaman.
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Erişilebilirlik Araçları